18 yaşındayım ve dürüst
olmak gerekirse kendi hayatım ara sıra bana bile yabancı geliyor. Ya da en
azından bu hayatın bana ait olduğuna hala inanmakta güçlük çekiyorum.
Daha
kendimi bile tanımamışken ‘Kim olmak istediğim’ ya da ‘Nasıl biriyle olmak
istediğim’ sorularıyla boğuşmak zorunda kaldım. Bundan beş sene önce hayata bu
kadar karmaşık bakmayan, ne olmak istediğini bilen, gelecek planları olan masum
küçük bir kızdım. Çevredeki her şeyin farkına varmak,insanların gerçek
yüzlerini fark edebilecek kadar büyümüş olmak iyi bir şey değilmiş.. O pespembe
masum dünyada kalmayı çok isterdim. Dünyaya çocuk gözlerimle bakmaya devam
etmeyi, hayat denen bu savaşa bilinçli olarak katılmayı hiç mi hiç
istememiştim. Ama seçim şansım yoktu. Kimse bana ‘İster misin?’ diye sormadı.
Galiba en acı yanı da bu. Çocukken o zaman ki sorunlarımı aşamayacağımı
sanırdım. Bir dağ kadar yığınla sorunum var sanırdım. Çok gülünç aslında. Keşke
biri bana çıkıp her yaşın kendine has problemlerinin olduğunu ve aslında bu
problemlerin yaşımla beraber büyüyeceğini söyleseydi.
Şöyle dönüp bir geçmişe
baktığımda ne çok şeyle savaştığımı düşünüyorum. Çocukluğumdan itibaren hatta
herkesin yaptığı gibi hayata gözlerimi açtığım ilk andan itibaren hep bir savaş
halindeydim. Hayatla, koşullarla, duygularla.. Ama galiba en büyük savaşımı da
yalnızlıkla verdim. Böyle cümleler kurmaya başlayınca hep aklıma yüzyıl
savaşları gelir. Ona benzetirim. Hani bitmek tükenmek bilmeyen o savaşlar ve
sonucunda kendileri tükenen iki ülke. Benim yalnızlıkla olan savaşımda öyleydi
aslında. Sadece kendimi tükettim. Eminim okuyucularım arasında yalnızlığı hala
‘aşksızlık’ olarak algılayanlarda vardır.
Ama benim sözünü ettiğim yalnızlık duyguları arasında sıkışıp kalmak
anlamını taşıyan ve kurtulması zor olunan durum..
Ne zaman kapattım
duygularımı etrafımdaki insanlara, ne zaman sustum, ne zaman duruldum, ne zaman
kendi kabuğuma çekildim inanın bilmiyorum. Kendimi ifade etmeyi bıraktığım,
insanlardan koptuğum o zamandan sonra bidaha hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Bu
kasvetli yazıya aldırıpta sakın idealleri olmayan, asosyal bir kız sanmayın
beni. Aslında tam tersi bunları dile getirecek en son insanmışım gibi bir hayat
içerisindeyimdir. Benim sorunum, benim yalnızlığım kendimle. İçimde
biriktirdiklerimin hep orada büyüyüp birikmesiyle.. Sessiz çığlıklarımın
insanlara ulaşmadığını anladığım gün yazmaya başladım ben. Devrimler üzerine
kompozisyon yazan kız olmayı bırakıp asıl edebiyatın engin denizine yelken
açtım. Duygularımı döktüm cümlelere. Kimi zaman Nazım Hikmet Ran misali
gerçekçiliğe koştum, kimi zaman Atilla İlhan gibi mavide boğuldum. Cemal
Süreya’nın şiirlerine, Ayşe Kulin’in eserlerine akıttım içimdekileri.
Sonra Özdemir Asaf’ın
Lavinia’sına hayranlık besledim uzunca bir süre. Varlığını bile yeni öğrendim
bir aşka bağlandım tutkuyla. Dış dünyayla bütün bağlantımı kesip kendimi olmam
gereken yerdeymişim gibi hissettiren, çoğu yaşama gözlerini yummuş, edebiyat
aracılığıyla bağ kurduğum insanlarda buldum çözüm yolunu.
Şüphesiz ki yazının bu
kısmında okumayı bırakan, edebiyatı ezberlenmesi gereken binlerce eser olarak
gören birçok okurum var.
Ama öyle değil.
Resim ve müzik nasıl ki
insanların kendilerini ifade etmeleri için bir araçsa edebiyatta benim sessiz
çığlıklarımı yankıya dönüştüren bir sanat. Ben yazıyorum, binlerce insan
okuyor. Onlar okudukça benim yalnızlığım paylaşılıyor.
Yazmaya başlamadan önce
hayatımın gidişatıyla ilgili derin düşüncelere kapılmışken günlüğümün boş bir
sayfasına ‘Bir çığlıktı yalnızlığım, hepiniz mi sağırdınız’ diye iki mısra
karalamıştım. Bugün okuduğumda bir gülümseme oluşuyor yüzümde. Ben
yalnızlığımla olan savaşımı yazarak kazandım diyebilmenin sevincini yaşıyorum.
Ama hala bir yerlerde bu savaşı vermekte olan insanlar var. Umarım onlarda bir
gün zafer çığlıklarını atmayı başarırlar..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder