28 Kasım 2016 Pazartesi

Okuyucularımın Kaleminden 2

Çok içten gelen yazılarım var benim. Bazen öylesine yazıp geçtiğim, bazen topluma yanlışlarını göstermek için bir başlık altında, onca insan arasında bu ülkenin vatandaşı olarak seslendiğim.
Berkin Elvan içinde bu blogtan bağırdım, Özgecan içinde. Aşık olduğumda en heyecanlı halimle kelimelere sarıldım, kırıldığım zamanda yine burada ağladım.
Ben hep yazarak anlattım derdimi.
'Okuyucularımın kaleminden' demiştim daha önce. Attığınız mailleri, yazdığınız cümleleri, bana ulaşmak adına verdiğiniz bütün savaşı bir yazı altında toplayıp sizi, sizden gelenleri yine burda biriktirmiştim.
Bu yazı bugün yine sizden gelenler için, bana kattığınız bütün değerler için.
Sıkı sıkı bu bloga sarılmamı sağlayan, bir kaç cümlenizi yine size armağan etmek için.
İnsana yazmayı sevdiren ne varsa, bu bir kaç eleştiri içerisinde gizli ve yine her detayı bana sevdiren, bu başlık altında yüreğinizi seslendiren sizin düşünceleriniz için:

2 Eylül 12.42
Geleceğin en iyi yazarlarından birine yazmamak ayıp olur. Şimdiden arayı iyi tutalım ki yarın öbür gün imza almak istediğimde beni çok bekletme. Zira orası senin gökyüzün fakat farkında olmadığın bir şey var o da biz o gökyüzünün bir parçası olmaya çoktan başladık. Yazmaya devam et, lütfen.
1 Temmuz 12.24
Günaydın küçük hanım. Seni tanımıyorum seninde beni tanımadığın gibi. Bu sabah her zaman olduğu gibi standart bir şekilde ofisime geldim. Böyle afyonum patlamamış bir şekilde. Kahvaltımı hazırladım birşeyler atıştırırken senin bildirimini gördüm. Arkadaşlık isteğimi kabul etmşsin. Ee tabi ki hemen profiline girdim. Nasıl oldu hatırlamıyorum blogunda buldum bir anda kendimi. Ön yargılı bir şekilde yaklaştım öncelikle bunu belirteyim.Allah Allah dedim blog ne işe yarıyor acaba (cahillik başa bela tabi) her neyse. Sora göz ucuyla yazılarının başlıklarını işte kalın yazdığın yerleri falan okudum önce.. Takii bir başlık dikkatimi çekene dek. Sonrası malum. Kalakaldım. 19 yaşında bir genç kız nasıl olabilirde böylesine etkileyebilir beni diye. Döndüm en başa oku, oku, oku.. Sinirimi bozdun.. İnan bana seni okurken üç saat boyunca bir paket sigara içmişim. Kitap mı okudum yoksa çocukluğumun, gençliğimin filmini mi izledim anlamadım.. Her neyse lafı çok uzatmaya gerek yok. Bu yazıyı da normalde yazmazdım ama, hak ediyorsun. Yiğidi öldür hakkını yeme demişler. Üslup, cümleler, anlatım tarzın vs.. Beni öyle bir boşluğa düşürdü ki bir kaç yazın. İçimde ki o yumruğu bende sana yazarak atmak hakkım diye düşündüm. Sana bir tavsiyem var ne kadar ciddiye alırsın bilmiyorum. Birincisi sakın bu işi bırakma. Yoksa bir gün benim gibi pişman olursun. Kendi duygularını ve yaşadıklarını bir başkasının cümlelerinde bulunca.. İkincisi sakın yaşamaktan, acı çekmekten korkma, vazgeçme. Daha önünde uzun bir hayat, çekecek acılar, düşeceğin günler olacak küçük hanım. Ama bir gün senin çıkardığın kitabın imza gününe geleceğim sana kitap imzalatmaya. Savaşırsan kazanırsın. Üçüncüsü sonuncu ve en önemlisi. Babanın kıymetini bil. Ona her gün bıkmadan usanmadan onu sevdiğini söyle, sarıl, öp, kokla ve sakın kızma, kırılma ne yaparsa yapsın. Babana helal olsun. Görmeme, tanımama gerek yok. Çünkü sen onun aynası olmuşsun. Şuan ki okuduğun bu mesajı babanın kızı oluşuna borçlusun.. Başarılarının devamını dilerim. Kibirden, egodan uzakta, sevgi içinde bir hayat yaşaman dileğiyle..
14 Mayıs 17.32
Ruhundaki o saf, masum ve temiz kız kaybolmaz inşallah bir ömür. Ve ben bir gün televizyonu açtığımda karşımda yazılarıyla ünlenmiş seni göreceğime adım kadar eminim. Sonra çocuklarıma hava atıcam, ben bu kızın ilk okuyucularından biriydim diye. Bir ömür mutlu ol.
15 Mayıs 13.43
Senin çok güzel bir enerjin var ve yazılarına da bunu yansıtıyorsun. Diğer güzel bir özelliğin ise edebi kişiliğin. İleride bir kitabını okuyabilirim umarım. 
14 Şubat 18.52
Sen her zaman o güzel yazılarınla bana her an mutlu olunabileceğini, ne olursa olsun her şeye rağmen en önemli şeyin gülmek olduğunu öğrettin.Umarım bütün hayallerini gerçekleştirirsin. 
17 Ocak 10.16
Seninle büyüyecek sorunların ve sorumluluklarınla başa çıkacak gücün ve iraden var. Okuyorsun, yaşamı sorguluyorsun. Yaşam rahatsız edici soruları soranlar ve cevaplarını derin bir biçimde merak edenler için daha anlamlıdır. Sen anlamlı ve güzel yaşayacaksın. Güleryüzün ve sevecenliğinle yaşamın kazananlarından biri olacaksın güzel kızım.
12 Nisan 14.50
Düşüncelerinin cesur tercümanı. Sen tuttuğunu koparacak kadar güçlü bir kişiliksin.İstediğini başaracak kadar yüreklisin. Doğru zamanlarda büyük başarılara imza atacağına inanıyorum.Her şey gönlünce olsun.

Teşekkür ederim, yazamadığım tüm mesajlarınız için. 
Verdiğiniz mutluluğu, hissettiğim umudu tanımlayamam. 
Burası benim gökyüzüm ama haklısınız. 
Siz artık bu gökyüzünün bir parçasısınız.

21 Kasım 2016 Pazartesi

Bir tutam hata, çok şey katar insana..

Hepimiz için yazılmış bir kader var. Gideceğimiz yerler, hissedeceğimiz güzellikler.
Hepsi, yaşayacağımız her şey bir köşede yazılmış bekliyor bizi. Hangi kararları vereceğimiz, aslında onca seçenek arasından hangisini seçip hangi yolda ilerleyeceğimiz.
Her birimizin kendi hikayesi var aslında.
Kimimizin şarkılarla anlattığı, kimimizin yaşayıp kendine sakladığı, bize ait olan bir dolu özgün hikaye.
Hayallerimiz, tecrübelerimiz, hüzünlerimiz, sevgilerimiz. Her yeni gün bir başkasının anlattığı hikayeye özenip kendi senaryomuzu biraz olsun değiştirdiğimiz.
Hayat elbette bir armağan. Geçmişte, bugünde ışık tuttuğumuz ne varsa bize sağlanan bir imkan. Geçmişe takılıp kalanlar için aslında bu yazı. Kendileri için en iyisini isteyenler ama hatalarının gölgesinde kalmaktan ileriye gidemeyenler için.
Dedim ya hayat bir armağan. İçinde ağlamakta var gülmekte, sevmekte var sevilmekte. Her şey bu güzel armağanın içinde.
Elbette hatalarla dolu yürüdüğümüz bu yol. Bizi biz yapan, olgunlaşmamızı sağlayan yanlışlarda saklı. Dönüp nefes aldığınız onca yıla bakınca pişmanlık duymayın. Asla seçimlerinizi yadırgamayın. Bizim için yazılmış bir kader var, onun için asla umutsuzluğa kapılmayın.
Hatalarda bizim bu hayatta. Doğrular kadar onlarda yolumuzu aydınlatır farkedemesekte aslında.
On beş yaşınızda aldığınız bir karara dönüp şimdilerde 'keşke' der gibi bakınca üzülmek yersiz. O gün, siz seçiminizi o şekilde yapmak istediniz. On beş yaşınız, o günkü vicdanınız öyle istediği için bugünlere geldiniz. Pişmanlıkta güzel bir duygu zira insan yaptığı tüm seçimlerin sonucunda biraz daha büyür. Bizi olgunlaştıran, şimdiki halimizle düşünmemiz için yüreklendiren her parça o hataların arasında gizli galiba. Çünkü bir daha yanlışa düşmemek için, kimse adına yanılmamak için tekrar tekrar düşünüp planlıyoruz bir sonraki adımımızı.
Belki bundan beş yıl sonra bugün yaptığımız seçimlerin sonuçlarına katlanırken de 'keşke' diyecek iç sesimiz. Hiç bir şey için geç değildir bu dünyada. Biriktirdiğiniz ne kadar 'keşke' varsa verdiğiniz nefesle birlikte salın doğaya. Yarın uyanınca yeniden başlamaya gücünüz olsun. Sırtınızda yüklendiğiniz tüm ağırlıklardan kurtulun, hayat kambur yürümeye devam etmek için çok kısa. Kaç yaşında olursanız olun, dimdik bakın dünyaya. Çünkü insan ne kadar pozitif olursa o kadar güzellik eşlik eder ona bu macerada.
Yapılan hataların hepsi dünde kaldı. Sayısız yaprağınız var bu defterde, dilerseniz her sabah bembeyaz bir sayfa açabilirsiniz. Karşınıza çıkan sorunlardan korkmayın. Hele o sorunun kendisi insansa yenilmemeye çalışın. Bütün keşkeler ömürde bir tutam kurumuş yapraktır. Dört mevsim nasıl ard arda sıralanır, her olayda ömüre ayrı ayrı güzellikler sarkıtır. 
Unutmayın,
Pamuk prenses o elmayı ısırmasaydı prensle asla tanışamayacaktı.
Ve külkedisi ayakkabısının almak için geri dönseydi, asla Cindirella olamazdı.
Bırakın hayatınızdaki ayakkabılar orda kalsın, elbet bir gün size bir fırsat yaratacaktır.
Ve asla gülümsemeyi ihmal etmeyin.
Bu hayat gülümseyenleri sever, yeniden başlayabilmek bir ayrıcalıktır.
Bugün kendinize bir iyilik yapın ve bir bardak çay eşliğinde hayatınızda bembeyaz bir sayfa açın.
Bırakın o da hatalarla kirlensin, nasıl olsa bol bol kağıt mevcut o kitapta.
Yazarı siz olduktan sonra, kirlenen sayfaların pek bir önemi yok aslında.

18 Kasım 2016 Cuma

Bir Çocuğun Çıkaramadığı Ses Olmak Zorundayız!

Nasıl başlayacağımı bilemediğim nadir yazılarımdan biri. Söze girdiğim noktada kuracağım cümlelerden değil belki ama farkedeceklerimden korkuyorum.
Dün gece gündeme bomba gibi düşen o yasa tasarısı hakkında elbette bu yazı. 
Herkes kadar bende çekiniyorum elbet, malum günümüz Türkiyesi düşünceleri yazmayı bırakın sesli olarak dile getirmek için bile oldukça tehlikeli.
Altı adam, ellerinizle -ellerinizle diyorum çünkü bu iğrenç insanları o meclise taşıyan sizlersiniz-meclise soktuğunuz,
Hiçbir olay için bu kadar çabalamayan altı milletvekili gecenin bir vakti bir yasa tasarısı götürüyor meclise. 'İstismara uğrayan mağdur, failiyle evlensin' diyorlar. Güç bela kaldırılan çocuk yaşta ki evlilik bir anda gündeme tekrar geliyor, lakin bu kez istismarı yapan alçaklar affedilip sözde ailesinin başına dönüyor. Olacak şey mi Allah Aşkına? Vicdana, umuda, demokrasiye her şeyi geçtim bekçiliğini yaptığınız ahlaka sığar mı?
İyi niyetle yola çıkmışlar sözde, bunun neresi iyi niyet? Küçüğün rızası diyor Adalet Bakanı. Benim ülkemin adaletini koruyan adam utanmadan 'küçük' ve 'rıza' kelimelerini aynı anda kullanıyor. Böyle bir adam benim ülkemin adalet bakanı olamaz ya, böyle bir adamın fikirlerinin olduğu yerde 'adalet' kavramının adı bile anılamaz!
Ekranlarda gösteriyorlar bir yıl önce cumhurbaşkanına o üç bin kadından bazıları yalvarmış. 'ben kendi rızamla evlendim on bir yaşında, kocamı salın' diyorlar, yüzleri bile kızarmadan. Gerekçeleri ise çok sevmek. Evlenmeden sevgi olmuyor mu, illa vajinası bir penisle rahmi günahsız bir bebekle dolunca, adamın koynunda uyuyunca mı sevilmiş oluyor bu insanlar? On bir yaşında seviyorum diyen her çocuk kalkıp evlenmek istese, Atatürk'ün gözleri ışıldayarak anlattığı Cumhuriyet kadınları nasıl yetişecek bu ülkede? 
Üç bin aile adına yapılmak istenen bu tasarıda sonu görünmeyen bir karanığa kaç tane masum çocuk itilecek? Pedofili adı altında, sözde tecavüz olmayan bu iğrenç olaylara 'evet' oyu kullanan milletvekillerine sözüm! Yarın aile zoruyla kadınlık namını yakıştırdığınız küçücük bedenlerin ahını, sözde savunucusu olduğunuz o dinin ışığında, yaradanın huzurunda nasıl açıklayacaksınız? Evinize gittiğinizde çocuklarınızın yüzüne nasıl bakacaksınız? Siz ne yaptığınızın farkında mısınız? Topluma, çocuğa, zamanında peygamber efendimizin toprağın altından kurtardığı bir cinsiyete, bu iğrençliği nasıl açıklayacaksınız?
Küçücük bedenler, rızanın, sevdanın, anlamını, evliliğin getirdiği sorumlulukları nasıl taşısınlar?
Siz mağduru korumayı beceremediniz, şimdi tüm adiliklere kol kanat germenin peşindesiniz!
Adını kirlettiğiniz İslam, bağıra bağıra ahlakı hatırlattı, toplum olmayı, düzeni, kadını korumayı, çocuğa sahip çıkmayı, sapkınlıklarla dolu medeniyetlere peygamber göndererek anlattı. 
Ne arkasına sakladığınız dine, ne de Atatürk'ün Cumhuriyetine sığmaz bu aşağılık kararlarınız.
Orası benim meclisim değil bundan böyle, salı günü o tasarıya onay veren her ele binlerce bedduam var beslediğim.
Kan dökmeye meraklı bir iktidar, arkasında kör ve sağır bir halk olmaya devam edebilirsiniz.
Her iğrençliğe iyi niyet diyip en masum bedenleri sapkınlıklarınıza alet edebilirsiniz!
Burası artık Atatürk'ün Cumhuriyeti değil.
Burası artık özgür bir ülke değil.
Yapan, mağdur olup susan kadar, görüp kılını bile kıpırdatmayanda aynı yerdedir benim için.
Madem orası sizin meclisiniz, madem bahane ettikleri şey sizin dininiz o zaman açın gözünüzü biraz.
Gözümde, o putlara tapan adilerden farklı değilsiniz, sessizliğinizle sapkınlıkların önünde defalarca eğildiniz.
Bugün o ağzını bile açamayan, minik bedenlerinde olayın izlerini taşıyan çocukların çıkaramadığı ses olmak zorundayız!
Düşüncelerimizde yapmaya çalıştıkları iğrenç darbelere 'dur' diyebilmek için uyanmak zorundayız.
Çocuktan gelin, tecavüzcüden baba olmayacağını anlatmak ve inandığımız değerler uğruna savaşmak zorundayız!
Koynunuzda uyuyan bebeklerinizin, başında masal okuduğunuz, dokuz ay karnınızda taşıdığınız evlatlarınızın hatırına bugün anne babadan önce insan olduğunuzu hatırlayın!
Gerekçede söz edilen, utanmadan 'seviyorum' diyen o kadınlar on sekiz yaşını doldurmayı oturup bekleyebilir, lakin küçücük bir çocuk gerdek gecesinde babası yaşındaki adamı titreyerek bekleyemez!
Tecavüz aile kurmak için sebep, namusta asla iki bacak arasında değildir.
Asıl namussuzluk, beyindedir.
Ve o tasarıya imza atan o insanlar sapkınlığın vücut bulmuş halini kanlı iktidara sığınarak gözler önüne sermektedir!

14 Kasım 2016 Pazartesi

PANTENE ALTIN KELEBEK REZALETLERİ

Ne modayla ne de makyajla bir ilgisi yok şu an okuduğunuz satırların. Kim ne giymiş, neden gelmiş, kimle gelmiş, ünlüler dünyasındaki son gelişmeler neymiş üzerine saatlerce düşünüp eleştiri yazıları yazan birisi olmadım hiç. 
Zaten bu kişisel bir blog ve amacı yalnızca hikayemi daha iyi anlayıp sözcükler vasıtasıyla benimle bir bağ kurmanız. Ama..
Dün gece Kanal D ve CNN Türk'ten canlı olarak yayınlanan 'Pantene Altın Kelebek Ödülleri' hakkında az sonra yazacağım satırlardan dolayı tüm okuyucularımdan özür diliyorum. Çünkü göz dolduran bir blogta böyle bir yazı, basitleştirme çabasının kısmen bir yansıması. Ancak yazma, açıklama amacım diğer bloggerlardan oldukça farklı.
Evimde oturduğum sakin bir Pazar akşamında kumandayla kanalları dolaşırken rastladım bu rezalete. Ödül törenlerini severim normalde, halkın seçimleri bir nevi Türkiye'nin psikolojik analizini yansıtır çünkü. Üzerine tez bile yazılır, Türk insanı izlemekten çok yaşar, yaşattırır. Ancak dün gece yayınlanan o tören medya tarihinin yüz karasıdır.
Hani olur ya ilkokul birinci sınıfta okumayı söken çocuklara kırmızı kurdele takma merasimi yapılır. Şiirler, şarkılar, danslar, gösteriler eğlenceli bir kutlama havasını alır. Küçüktür çocuklar, sahnede bir ordan bir oraya koşup ne yapacağını bilmez halde amatörce davranır. İşte öyleydi dün gece Altın Kelebek. Ne Hürriyet ailesi, ne Doğan Medya ne de Pantene belli ki kurtaramamış vasatlıktan.
İşte o törenden bir kaç detay; 
Öncelikle kendisini sevmeme rağmen Pelin Akil sunuculuk için çok kötü bir isimdi. Sempatik, tatlı ama böyle bir yükün altından maalesef kalkamadı. Ekrandan okuduğunu belli eden gözleri, sürekli yarıda kesilen cümleleri törende oldukça vasat bir görüntü yarattı.
Okan Bayülgen kendimi bildim bileli sevmediğim bir insan zaten. Nedendir bilmem o adam bana hep fazla itici gelmiştir. Ödülleri alan isimler hakkında yapılan kısa videolarda sergilediği ses tonu ve diksiyonunun kuvveti şüphesiz ki tartışılmazdı. Ancak ödül aralarında sahneye çıkıp geçmiş yıllarda altın kelebek almış olan ünlülere karşı olan alaycı konuşmaları.. Belli ki genç kesimi etkilemek ve ilgilerini çekebilmek için inci caps tarzında komik bir ortam oluşturmak istenilmiş ama o ince çizgi görmezden gelindiği için tören vasatlıktan öteye gidememiş.
Diriliş Ertuğrul dizisine yapılmış olan saygısılığa gelecek olursak, konuyu bilmeyenler için kısaca açıklamak istiyorum. 'En iyi dizi' kategorisinde ödül alan Diriliş Ertuğrul dizisi oyuncuları sahneye çıktığı andan itibaren tek kelime edemeden görevli hostes tarafından sahne arkasına alındı. Öyle ki oyuncular izleyenlerine, oy verenlere bile bir teşekkür cümlesi kuramadı. Bu olaya çok sinirlenmiş olacaklar ki oyunculardan biri ödülü yere koydukları bir fotoğraf yayınlayıp 'pabucum bile bundan daha değerli' özetli bir paylaşım yaptı. Gecenin sonunda ödüllerini iade ettikleri ve bu saygısızlığı kabullenmediklerini belirten bir açıklama yayınlandı.
Bunun üzerine Okan Bayülgen olabilecek en vasat, en kaileye almaz tavrıyla yarım ağız özür diledi diziden. Olayı yatıştırmak yerine alevlendirdiğinin farkında olduğu yüzündeki ucuz gülümsemeden belliydi ve sonuçları belli ki umrunda değildi.
Bir de adamın biri elini kolunu sallayarak sahneye çıkıp herkesin şaşkın bakışları arasında yayını sabote etmeye kalktı tabi. 'Banu Alkan kadar güzel ve zeki bir kadın göremiyorum bu salonda' gibi saçma bir cümleyle gündeme gelmeye çalıştı. 
Kanal D törenin ortasında yayını kesti, ödülünü alan beklemeden salonu terk etti.
Güzel şeylerde vardı elbet. Nazlı Çelik vardı mesela, bir cümlesiyle kalitesini belli eden. Fatih Portakal vardı, cezaevindeki arkadaşlarını anmadan gitmeyen. Türk sinemasının yaprak döken çınarları vardı yaşlandığının farkında olan belki de son kez seyircisiyle buluşan.
Final yapan dizi bile ödül alırken vasatlığın farkında olanların yüzünde hep aynı ifade vardı mesela tv karşısındaki seyircinin ağzını açık bırakan.
Kısacası dün gece Kanal D kendi programlarına bol bol ödül dağıttı, diğerleri avucunu yaladı.
Bu yazıyla medya bloguna falan dönüşmeye niyetim yok. 
Benim anlatmak istediğim, o sihirli ekranın diğer tarafında kültürsüz, sahte ve vasat bir yalan dünyanın olduğu. 
Ekranın yüzleri, radyonun sesleri rezalet bir organizasyonda, tüm ucuzluklarını sergilediler dün gece. 
Keşke, medyayı ödüllendirmek istediğimizde kimseyi aşağılamadan, kimsenin birbirinden haberinin olmadığı törenler yapmadan, biraz olsun özen göstererek ekrana düşürsek.
Yansıttığınız o yalan dünyanın, tüm vasatlığını izleyip umutlarımızı bir de medya için tüketmesek.
Umarım, bir daha asla ödül töreni yapma cesaretinde bulunmaz, bizi de daha fazla rezaletlerinizle oyalamazsınız!

7 Ekim 2016 Cuma

Sessiz Yığınların Sesi Olmak


Habercilik ne yolla olursa olsun hayatımızın vazgeçilmez bir parçası. Okumayı sevmeyen milletimiz için haber metinleri gün geçtikçe kısalsa da yeni güne uyanmamızla birlikte kendimizi dünyadaki sosyal, siyasi ve ticari değişimlerin yankılanan seslerine bırakıyoruz. 
Hayat bir süreç, bir akvaryumun içerisine bırakılmış gibi dünyada yaşamaya mahkum edilmiş insanlarda nefes almaya devam ederken karanlık çağdan bu yana bir çok şeyi değiştirdiler yaşamlarında. Ekonomi, siyaset, sosyal çevre, sağlık derken yaşam alanlarımızda ve çevremizde yaptığımız, yaşadığımız değişimler birilerini haberci olmaya ve gelişmeleri insanlara duyurmaya itti.
Elbette her seyi bilme arzumuz çaba sarfetme tembelliğimizle harmanlanınca günümüzde ortaya bir paragraftan oluşan haber yazıları ve yerini magazine bırakan gazete sayfaları çıktı. Öyle ya kendini binanın tepesinden atmaya çalışan teyzeden tutun, Kim Kardashian'ın dün gece yapılan galada giydiği dekolteli elbise bile haber niteliği taşıyor artık. Oysa gazetecilik ellerinde yaşadıklarını medyayla paylaşamayan, seslerini toplumlara duyuramayan, ezilen, çaresiz hiseden kesimlerin haklılıklarını dünyaya bağırabilecekleri bir meslek olarak ortaya çıkmıştı. 
Günümüzde yapılan haberlerden ne kadarı kendilerini anlatamayan kesimlerin yaşadıkları çaresiz tükenişleri dünyaya bağırıyor ki ? Yada toplumların baskıcı zihniyetleri yüzünden kendilerini ifade edemedikleri için başlarını eğmek zorunda kaldıkları durumlara bağıra çağıra yardım ediyor? 
Şüphesiz ki tartışılmaz güce sahip yeni medya. Sosyal medyada duyurulan olaylara bile bakıldığında yanlızlaşma yolunda ilerleyen bilinçsiz gençliğin dışında, medyayı bir yardım aracı olarak gören kesimde azımsanacak gibi değil. 
Bugün karşınıza çıkan bir paylaşımı dahi kendi kişisel hesaplarınızda yayınladığınızda hastanede çaresizce kan bekleyen, kanserden umudunu kaybetmiş veya lösemiyle savaşan bireylere bile bir ışık yakabiliyorsunuz. Tüm bunlar internetin bu denli yaygınlaştığı toplumlarda bu kadar kolayken kendilerini 'gazeteci' ünvanıyla tanıtanların sayfaları doldurmak için yaptıkları haberler insanların gözündeki haber anlayışını ucuzlaştırmış durumda.
Yeni medya kısmına bakılınca, nice bloggerların, youtuberların sessiz kalmış insanları dünyaya duyurmak, yardım çağrısı yapmak yerine reklam yapma arzusunun içinde kaybolduklarını görüyorum. 
İzlediğiniz makyaj videolarında güzelleşen o blog sahiplerinin kullandıkları ve reklamını yaptıkları ürünler başına aldıkları paraları halka duyursanız, sosyal dengeye ihanet edebilecek bir çok umutsuz insanla karşılaşırsınız.
Şirketlerin sosyal medya danışmanlığını yaptığım zamanlarda sosyal medya fenomenleriyle reklam için iletişim kurmaya çalışmıştım. İstenilen rakamlar bugün bir ay boyunca ailesini geçindirmek için çalışan bir işçinin aldığı maaşın neredeyse üç katı. Vasıfsız, sadece attığı üç beş tweetle fenomen olmayı başarmış, nice bloggerlar sanıyorum ki amaçlarının dışında bir dünyada insanların gözünü boyamakla meşgul.
Dünya çok büyük. Hiç bilmediğimiz, hiç duymadığımız toplumlarda, hanelerin içinde, kapalı kapılar ardındaki siyasi süreçlerde bireylerin bilmesi gereken, hayatlarımızı etkileyen bir çok olay varken habercilikteki bu ucuzlaşma niye?
Para uğruna mı?
Kendini yazmaya, okumaya, yaşamaya, öğrenmeye ve tarafsız olarak halka öğretmeye adamış onca gazetecinin, bu işe gönül vermiş bloggerın ve ne yazık ki hiçbir şeyin farkında olmayan sosyal medya kullanıcılarının para için harcadığı sessiz yığınlar, bu dünyanın gözardı ettiği tek gerçek.

Bugün gazetecilik yerini yeni medyaya bırakıyorsa bilin ki bundan sonra bir yardım çağrısının insanları sokaklara döktüğü dayanışma ruhu içindeki bir toplumda yaşamak mümkün olmayacaktır. Çünkü bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar gazeteci bugün doğru yolda ilerlemeyi seçtiği için ya Silivri de ya da karnı aç, evinde bir kanepede.

Yeni medya, yükseliyor. Ne mutlu ki benim mesleğim.
Ancak farkındalığını kaybetmiş uyuyan bir nesil geliyor, ne yazık ki medya artık sessiz yığınların sesi olmayı asla başaramıyor.

18 Haziran 2016 Cumartesi

Hayattaki En Değerli Varlıklarıma 'Annem ve Babama'

Çiçekli böcekli günlüklerden beridir, tökezleyerek devam eden bir hayatım var. 

Bir elin parmakları kadar nüfusa sahip ailemin ortanca kızı olarak dünyaya geldim.

Masallardan fırlamış prenses hayatı yaşamadım , yine bir masaldan yola çıkacak olursak hiç külkediside olmadım.
Yaşam bir gökyüzüyse çok parladığım zamanlarımda oldu, solmaya yüz tuttuğum anlarımda.

Şöyle bir dönüp bakınca, ki sanırım yılın hep bu zamanlarında teşekkür etmem gereken onca şeyi sıralıyorum kafamda.
Küçükken o kocaman sandığım sorunlarla savaştığım sıralarda hep şikayet ederdim.
Çok günlük sayfalarım vardır benim annemle babama kızdığım, öfkemi ufacık kağıtlarda biriktirdiğim. 
Hep beni anlamadıklarından yakınır dururdum, oysa ne güzel anlamışlar ancak şimdi biraz daha büyüyüp kendi yolumu çizince buldum.
Belli bir yaşa kadar hep disiplinli tarafıyla anımsadığım annem sayesindedir bugün cümlelere bu denli anlam yükleyebilmem. Benimle bir en baştan başlamasaydı hayata, benimle bir okuyup benimle bir yazmasaydı, internet sitelerinde kompozisyon yarışmalarını araştırıp onlara katılmamı sağlamasaydı belki de bugün hala ucuz romanların ardında toz pembe aptal bir dünyaya inanan eksik bir kız olucaktım. 
Hem yakın, hem uzak olmayı öğrendiğim babam sayesinde kocaman şehirde küçük bir kız çocuğu olarak başarabilmem. Çocukluğumu her başarımla gurur duyduğunu ama daha fazlasını istediğini belirterek harcadığını düşündüğüm zamanlara bakıp gülümsüyorum şimdi. Hiç anlamamışım meğer. O zamanlar içlendiğim her şeyde bana öğretmiş, farketmeden beni daha da güçlendirmiş. Aldığım bir ikinciliğin ardından 'Aferin ama birdaha ki sefere neden birincilik olmasın ki?' diye soran babam sayesindedir bugün daha ilerisini hedefleyen bir kız olmam.
Aile önemlidir, özeldir. İçte ki sorunlar dışa yansıtılmaz.
Kalpler kırılmış, diller kırgınlıktan susmuş olsa bile kapının ardında ki kimseye bu anlatılmaz diye öğrendim ben onlardan. Bugün kendi küçük evimde, kapının dışına hiçbir şeyi çıkarmamaya çalışmam, hep bundan.
Dedim ya evin ortanca kızıyım ben. Hep adaletsizlikten yakınırdım anneme, hiç onu dinlemeden. Adaletin en büyüğü onun yüreğindeymiş aslen. Yaşımız kadar bölüştürmüş, küçük olduğumdan gözüme az görünmüş.
Varolan bir sorunu ailece bir masanın etrafında toplanıp çözmeyi öğrendim ben onlardan. Herkese söz hakkı verilirdi, herkes kendini belli bir sürede anlatır sorunlara çözüm önerileri getirirdi. Şimdi daha büyük toplantı masalarında, kendi önerilerimi anlatabilmem de bundandır mesela. 
En sevdiğim şeydi küçükken babamın anneme gençliğinde yazdığı mektupları bulup okumak. O süslü kelimelerden bir şey anlamasam da çok hoşuma giderdi aşk. Bugün küçücük kalbimi heyecanlandıran duygularıda onların kelimelerinde tanıdım. Bugün bu heyecanı tanımlayabilmem de  gizlenmiş mektuplarda okuduğum cümlelerdendir.
Herkesi eğlendirmeyi, kendimi sevmeyi, inandığım doğrularım için baş kaldırmayı öğrendim. Babamın gençlik hikayelerinde dinlediğim zorlu öğrencilik yıllarını rehber edinmek için gözümün önüne serdim. İlk yalnız izlediğim sinema filminde, çıkışta kaybolursam kararlaştırılan yerde beklemeyi öğrendim.
Ne zaman sorunların arasında kaybolsam, kararlaştırılan yere koşuyorum. Onları bulabileceğim, güvende hissedebileceğim yere, 'evime'.
Güvenmeyi öğrendim. Yoktan var etmeyi, sen başarırsın demeyi, hatalara gülümsemeyi, hayatı yaşanabilir kılacak her ne varsa ona sımsıkı tutunmayı öğrendim.
Ama en önemlisi ailecek başarmayı öğrendim.Birlikte başarmakla, hep yan yana çalışmakla, biz bir arada olunca imkansız diye bir şeyin kalmayacağını öğrendim.
Ben annemden cesur, babamdan güçlü olmayı öğrendim.
Yazının başında da dedim ya, prensesler gibide büyümedim, hiç külkedisi olupta eğilmedim.
Ben ilk adımlarımdan itibaren kendi hikayemi yazmayı öğrendim.

Bana varolanı yaşamamı söylemek yerine, zoru seçip yaşayacağımı yazmayı öğreten, verdiğim kararların arkasında dimdik duran, düştüğümde kaldıran değil, kalkmayı öğreten, hayattaki en değerli varlıklarıma..
Yalpalayarak yürüdüğüm bu yolda, on dokuz sene boyunca attığım her adımda, seçimlerime duyduğunuz o çok değerli saygıyla yanımda olduğunuzu hissettiğim her ana binlerce kez şükürler olsun.
Hayatıma kattıklarınız ve beni bu hayata kattığınız için teşekkür ederim.

14 Haziran 2016 Salı

İki Kişilik Tükeniş

Her zaman paramparça oluşların bir hikayesi vardır.
Başlamak nasıl bir adımsa bitirmekte uçurumdan aşağıya atlamaktır. Alışkanlık, aşkın bir köşesinde daha pasif kalsa da yüreğinizde tınlayan ezginin en tiz parçasıdır. 
Gözyaşı aşktandır ancak korku alışkanlıktan. Tükenişlerin ucunda bizi selamlayan yalnızlık korkusunun tümü alışkanlıktan. Bir sabah uyanıpta kahvaltı yapacak birini bulamamaktan, bir şarkı çaldığında yanı başında olamamasından, olur da bir gün bir başkasında sende bulamadığını bulmasındandır.
Bitirmekte başlamak gibidir zaten. Bir süreçtir, adamı olduğu yerde kıpırdatmadan tüketir. Aniden olmaz sanılanın aksine aşk, bir anda doğmadığı gibi sana kattığı her ne varsa öylece alıp hayatından ayrılmaz. Kaybetmek içinde zaman gerekir. Anlaşmazlıklar, tartışmalar, artık eskisi kadar çok sarılmamalar gerekir. Bir gün aynaya baktığın zaman ruhunda gördüğün, makyajının kapattığı yaralar demektir.
Bir adamı sevmek çok marifet isteyen bir iştir. Henüz küçük bir kadın için büyük tecrübesizlik demektir. Değişmenizi gerektirir. Saatlerce konuşsan sana aynı aşkla baktığını bildiğin adamın zamanla sesine tahammül edemez hale gelmesidir. Yüreğinizi yaralar, gururunuzu karalar.
Çabalar, stratejiler işe yaramaz olduğunda, bir gün gerçekten birbirinize dayanamaz olduğunuzda sizi parçalayan, hangi taraftan geldiği aslında hiç önemli olmayan son darbedir.
Zira sevilmekte çok zor iştir. Bir süre sonra sevginin azaldığını farketmeye başladığın anda kendi sevginin çokluğu bir teselli olmuyor avuçlarında. Sen ağladığında içinin acısı gözlerine yansıyan adamdan ağlamana alışan bir adam yarattığında kaybediyorsun aslında. Sen değişmeye boyun eğdiğin anda karşı taraftan gelen isyanla yıkılıyorsun. Sevmek mümkün biliyorsun ama yürütmek nasıl mümkün oluyor anlayamıyorsun. 
Tükeniş evresi bu işte, kendi eserin seni paramparça etmeye başladığında hissettiğin o çaresizlik tükenmenin tam çevirisi. Sevgi artık yetmeyince, başvurduğun her çıkmazda daha fazla yorulduğun anlarda hissettiğin acının ta kendisi.
Ard arda yakılan sigaralar artık yeterli olmayınca, baskı altında kaldığını bizzat ondan duyunca yeniden başlıyor yolculuk aslında. Birlikte yürüdüğünüz her şeyi tek tek yaşamaya alışana kadar, onun bıraktığı yere en başından bir daha yürüyüp gelene kadar sönmüyor içindeki ateş insanın. Güven birlikteliği terk edince, o çok sevdiğin insan kişiliğinden şüphe etmeye başladığını sana gösterince fark ediyorsun her şeyi.
O film şeridi en başından oynamaya başladığında beyaz perde de, geceler artık uykusuz olduğunda, sanki hep yanındaymış gibi hissettiğin o insan elinden tutmayı bıraktığında büyümeye başlıyorsun. O noktadan sonrası uçurum, o da itse sende itsen birlikte düşeceksiniz. Belki o yumuşak iniş yapar, kader belki ona çok farklı bir yolda çoğu zaman mutluluklara açılacak kapılar sunar. Sen kayalığa çarptığınla kalırsın , kimsenin yardım etmeyeceğini anladığın zaman kendini iyileştirmeye çalışırsın.
Sevginin yoğun olduğunu bilsende, her şeyi tükettiğinizi farkettiğin o yerde yerinde saymaya başladığında bitiyor her şey.
Bütün bu yaşadıklarının ardından, döktüğün gözyaşlarıyla kaldığında, saçların artık sana güzel gelmemeye başladığında, dudağının köşesindeki o çizgi birdaha belirmeyecekmiş gibi bir anlaşma yaptığında sende tüketiyorsun.
Yeminler artık birdaha sevmemek adına olduğunda, gülüşü artık sana ait olmazsa diye yastığa boğduğun hıçkırıklarında harap olduğunda anlarsın.
sanıldığı üzere ne şarkılardan ne şiirlerden ibarettir aşk.
Her güzellik bedel ister bu kısacık ömürde. Sevdiğin her saniyeyi faiziyle çektiğin acıda bağırırsın.
Kimse anlamaz, kimse duymaz.
Artık o bile içini görmez olduğunda yeniden diz çöküp geçmesi için dualara başvurduğun zamanda gökyüzüne gönderirsin.
İki kelimelik seni seviyorum değildir aşk hiçbir zaman.
Kavgalar artık ağır sözlerle kabalaştığında, o telefon bir daha ona özel yaptığın melodiyle çalmadığında hissedilir asıl sevgi.
Hayat verdiği gibi geri de alır.
Ve o saatten sonra iki kişilik tükenişin tüm sorumluluğu senin omuzlarına kalır.

12 Mayıs 2016 Perşembe

Beni cümlelerimde büyüttünüz

Çok başka bir dünyanın içinden kaleme alıyorum bu yazıyı. Hayallerime bile sığdıramayacağım kadar hızlı gelişti her şey benim için. Şirkette ki masamda, bilgisayarımın başında yan sekmede açık olan mailimi kontrol ettiğim şu sıralarda kahve eşliğinde bir kaç satır paylaşmak istiyorum. 
Dedim ya çok hızlı gelişti her şey. Yeni Medya ve Gazetecilik okuduğumdan sıkça bahsetmiştim. Daha birinci sınıftaki bir öğrenci için inanılmaz olan bir iş ilanıyla karşılaştım bundan üç hafta önce. Sosyal medya departmanı için birine ihtiyaçları varmış. Olmaz ya hani dedim en azından başvurmuş olayım. İki gün sonra şirkette bir saatlik bir mülakata alındım. Ve üç gün sonra gelecek sonucu beklemeye başladım. O mülakat çok şey değiştirdi bende, sadece bir saatliğine olmak istediğim insandım, daha güçlü kendi ayakları üzerinde duran bir kadındım.
İşe alındığımı öğrendiğim zaman değişen dünyamı hissettim her saniyede. Yeni bir kapı, bir basamak. Öyle ya kendi mesleğimi yapacaktım. 
Bugün bilmem kaçıncı günüm. 
Kendi masamda, kendi blogumda bu kez gerçekten büyümüş küçük bir kadın olarak yazıyorum. Kendi ellerimle araladığım bu şans kapısında en büyük yardımcım yine yıllardır biriktirdiğim yazılarım oldu. Mülakata girdiğimde cv masada, tam yanında bilgisayarda gözüme çarpan tanıdık bir başlığa minnettarım şimdi. Beni, daha gelmeden 'Zira Burası Benim Gökyüzüm' başlığında, kendi kelimelerim de tanımışlardı. 
Öğrencilik hayatımın kurtarıcısı olan mağazacılık işinden vazgeçmedim bu sürede. Hafta sonları tişört katlıyorum, hafta içi ofiste kahvemi yudumluyorum.
Hafta sonu yaşadığım o yorgunluk hala paranın ne kadar zorluklarla kazanıldığını hatırlatıyor bana, şükretmem gerektiğini öğretiyor.
Hafta içi yaşadığım rahatlık ise ne kadar doğru bir seçim yaptığımın en büyük kanıtı.
İşimi seviyorum, hayatım boyunca istediğim İletişim Fakültesindeyim. Herkes kadar öğrenciyken, çok şey başarmışım gibi hissettiren bu yerdeyim. Sınırlarımın dışına çıktığımı hissedebiliyorum, kabuğumu parçalıyorum. Bu ülkede sınırların dışına çıkabilmek mümkün olmasada, artık aradığım gücü her şeyden önce kendi içimde buluyorum.
Ben, büyüdüm galiba.
Hem bu blogta, hem bu şehirde hemde hayatın ta kendisinde.
Hala ödemem gereken faturalarım var, finaller için hala uykusuz kalıyorum.
Kahveyi hala sade içiyorum ama ben artık 'Ece Hanım' diye çağırılıyorum.
Artık sadece kişisel blogunda kendini anlatan bir kız değilim.
Artık, bir şirketin tüm hesaplarının yönetimiyle ilgileniyorum.
Dedim ya ben büyüdüm galiba.
Mesai saati bitti, kahvemde öyle.
Yeniden tüm okuyucularıma sevgiler.
Beni cümlelerimde büyüttünüz.
Sizi seviyorum.

6 Nisan 2016 Çarşamba

Ne zaman bir sohbette İtalya adı geçse..

Hayatımın en güzel anısını anlatıcam bugün size. Küçücük bir kızken minicik ellerimle kazandığım en büyük başarımı haykırıcam.
Beşinci sınıfın ilk dönemi. Folklör grubumuza bomba gibi bir haber düştü. İtalya'daki çocuk festivalinde ülkemizi biz temsil edicekmişiz. Düşünebiliyor musunuz? Küçücük bir kızın bedeninde bu haberin ne kadar büyük bir mutluluğa sebep olabileceğini?
Aylarca uğraştık, geç saatlere kadar çalıştık. Ve yaklaşık 25 günlük uzun bir yolculuğa çıktık. Grubun en küçük üyesiyim o zamanlar, benim yaşımda bir kaç kişi daha var ama boyu en kısa olan kişi olarak sanki hepsinden daha küçükmüşüm gibi bir izlenim yaratıyorum. Öyle ufağım ki düşünün kostümümün cepkenine kadar farklı diğer üyelerden. O yaş aralığının kostümlerinin içinde kayboluyorum çünkü giyince. Sanırsınız bir kostüm kendi kendine dans ediyor, o kadar görünmüyorum.
İtalya'ya vardığımız günden itibaren avuçlarımızda nazar boncuklarıyla orada bulunan tüm insanlara Türkiye'nin sıcaklığını hissettirmeye çalıştık. Sokaklarda Atabarını bağırdık, gördüğümüz herkese gülücükler saçtık. Hiç bilmediğimiz, dilini anlamadığımız başka çocuklarla oyunlar oynadık. 
Festivalin ilk gösterisine çıkmadan bir gün önce, Sicilya Adasında kısa bir gezintiye çıkıcaktık rehberlerimizle. Tüm yolculuk boyunca oturduğum koltukta dışarıyı seyrederken halk dansları eğitmenimiz otobüsün mikrafonundan bir duyuru yaptı. 'Festival çerçevesinde düzenlenicek olan ülkeler arası resim yarışmasında Türkiye'yi temsil etmek üzere bir gönüllü istiyorum' dedi.
Otobüste tık yok. Kimse konuşmuyor, herkes bir el bekliyor havada 'ben' diyebilecek. Yemin ederim hayatım boyunca cin ali bile çizemem. O kadar yeteneksizim ki resim konusunda, yazma yeteneğimin dörtte biri falan bile yok yani. Bir an, öyle bir duygu ve mantığımın devre dışı kaldığı sadece bir kısacık an elimi havada buldum. Şimdi sorsanız neden kaldırdın diye açıklayamam. Bir boşluk anı ki, mantığım devreye girdiğinde minicik elim havadaydı. Hoca dahil, otobüsteki herkesin şaşkın bakışlarını hatırlıyorum. 'Kim? Sen mi?' bakışlarını üzerimde hissettim. Doğruydu çünkü hadi olmaz ama kompozisyon falan olsa tamam diyicem yetenekli olduğum bir konu. Ama ben ve resim iki farklı dünyayız. Buluşabileceğimiz tek alan satırlar.
'Tamam' dedi hocamız sessizliği bozup. 'Cesaretin için tebrik ediyorum, aferin'
Otobüs hareket etti karış karış her yer gezildi. Dönüş yolculuğuna kadar 'Ben naptım rezil olucam' diye düşünmekten alamadım kendimi.
Otele döndük, elime kocaman bir kağıt ve boya kalemleri verip oturttular masaya. Odanın kapısını kapattılar ve çıktılar. Kaç saat o boş kağıda baktım bilmiyorum. Dua ettim içimden 'Allahım' dedim. 'Lütfen rezil olmayayım.'
Başladım boyamaya. Ne kadar kaldım acaba o odada? Rehberimizle birlikte resmin altındaki açıklama bölümüne kendi duygularımı yazdım ve masada öylece bıraktım. Teslim edilmiş o akşam jüriye, haber verdiler.
Ertesi gün kocaman bir sahnede ilk gösterimize hazırlandık. Sahne arkasında 'Türkiye' anonsunun yapılması için geri saydık.
Bir an, ortalık karıştı. Herkes nasıl koşturuyor ama etrafımızda koca koca insanlar. 
Bir el tuttu kolumdan, gel dedi. Yarışma öncelikte. 
Tüm katılanlar sahneye çıkacak. Kimsenin bir şey söylemesine fırsat kalmadan sahnede buldum kendimi. 
Yalnız başıma. Karşımda o zamana kadar görüp görebileceğim en büyük seyirci kitlesi. Ön taraf protokol. 
O kocaman sahnede o küçücük bedenime rağmen saklanmak istedim. Yanımda kendi ülkelerini temsilen yarışmaya katılmış çocuklar var. Hepsi benden uzun, belli ki hepsi benden büyük. O sabah hatırlıyorum bir söylenti duymuştum. Bulgaristan'dan katılan kızın yaptığı resim herkesin dilindeymiş. Tam yanı başımda duran kız yani.
Programın sunuculuğunu yapanlar kendi dillerinde uzunca konuştular. Ben tek kelime anlamadım. Başladılar sonra bir isim söylediler, alkışlar arasında bir çocuk ödülünü almaya gitti. Flaşlar patladı kameralara poz verdi. Bir başka isim söylediler, sonra bir tane da.. Birinci söylendi, ikinci söylendi, üçüncü, dördüncü.. Sen naptın Ece dedim kendi kendime. Ne orda kalmak istedim ne de sahne arkasına dönüp alaycı bakışlar görmek istedim.
Bir tek o Bulgar kızıyla ben kaldım geriye. Son duam sonuncu olmamaktı.. 'Lütfen Allahım nolur' diyorum ama ağladım ağlıycam. O bir dakika ölüm oldu bana.
'Türkiye' duydum sadece o uzun konuşmanın arasında. Bütün salon yıkıldı. Seyircilerin yarısı ayağa kalktı. Sunucu beni aldığı sahnenin önüne kadar ulaştırdı. Mikrafonu bana uzattı. Etrafıma baktım, bizim gruptan birini görmek adına. Seyircilere baktım, gülümseyen yüzlerine. Ece dedim sadece. 'My name is' bile çıkmadı ağzımdan. 
Lacivert bir plaket uzattılar bana, alkışlar arasında. Sonra sahnenin arkasına.
Hocanın elini gördüm o kalabalıkta tuttu çekti beni. 'Birinci oldun!' dedi.
Bütün grubun tezahuratları alkışları arasında sımsıkı kocaman sarıldı bana.
Plaketimi bir köşeye bıraktım ve kendimi grupla birlikte Türkiyenin figürlerini tanıtmak üzere sahneye attım.
Ne zaman duyan olsa bu hikayeyi sorduğu ilk soru 'Ne çizdin?' oldu.
Bir ağaç çizdi o küçük kız. Dallarına farklı ırklardan çocuklar yaptı. Ellerine bayraklar astı. O bayrakların içinede gülen yüzler bıraktı.
Resmin altındaki açıklamayaysa şunu yazdırdı.
'Hepimiz aynı dünyaya aidiz. Ülkelerimiz, renklerimiz başka olsa da gülen bir yüzde buluşacak kadar kardeşiz'
O plaket bugün İstanbuldaki evimin baş köşesinde.
Ne zaman bir sohbette İtalya adı geçse, 11 yaşındaki o Ece aynı sevinçle gülümsüyor içimde.

5 Nisan 2016 Salı

KENDİ AYAKLARI ÜSTÜNDE

Küçükken henüz ergenlik döneminin başlarında, hani Alacakaranlık, Açlık Oyunları gibi dünyayı sarsan seri akımlarından önce bize sımsıcak gelen, kendimizden bir şeyler bulduğumuz bir kitap serisi vardı her kızın kitaplığında bulunan. İpek Ongun'dan 'Bir Genç Kızın Gizli Defteri'
Yaşadıklarımızın, yaşayacaklarımızın hikayesiydi belkide.Öyle ustalıkla kurgulanmış bir seri ki kitaplar hayatımızın doğru dönemlerinde okunduğunda bizi anlayan, hatta bu yolculukta rehber olan bir kılavuz durumunda.'Kimse beni anlamıyor' dediğimiz o dönemlerde Serranın yazdığı günlüklerde anlaşıldığımızı hissettik, yalnız olduğumuz fikrinden vazgeçtik.
Hala ne zaman yolum kitapçıya düşse İpek Ongun'un yolumu aydınlatan kitabını ne zaman o raflarda görsem gülümserim. Bazen elime alıp bir kaç sayfa okuyorum ayaküstü, hikayeyi biliyorum, sonunu biliyorum ama bugün bile okumaktan zevk alıyorum.
İşte çoğu genç kızın hayatında yeni bir sayfa açan o kitap serisinin üçüncü kitabının adıydı 'Kendi Ayakları Üstünde' 
Lise yıllarının sonuna gelmiş karakterimiz 'hangi meslek?' 'hangi üniversite?' sorularıyla boğuşuyordu kitapta. Sonra dördüncü kitaba geliyordu sıra,  'Adım Adım Hayata' 
Benim bu yazımda bu hikayeye oranla, kendi sorularımın cevaplarını verdiğim şu sıra kendi ayaklarımın üzerinde durduğum zamana dair bir kaç satır.
İstanbul'a geldiğimden beri bir çok şey değişti hayatımda. Sil baştan yeni bir sayfa açtım. Üniversite hayatına adım attım, kendi evimde kendi adıma gelen faturaları ödemek için ilk kez -kendim için- para kazanmak zorunda kaldım.
Büyük şehir İstanbul, yaşamak zor.
Kalabalık, yorucu, herkes kendi davasında. İzmirdeki samimilik yok burda, yaşamanın keyfine varmaktan uzak insanlar. Bizim için Kordon keyiften, güneşten ibaretken burdaki insanlar için trafikten, vapur seferlerinin seyrekliğinden ibaret.
Çok güzel şehir, her köşesi ayrı cennet. Ama yaşayanlar, burda olanlar farketmiyor bile sahip oldukları güzelliklerin. Kör olmuşlar, ayak bastıkları toprağın bereketini anlamaktan çokça uzaklar. 
Geldiğinden beri neyi seviyorsun diye sorarsanız.
Kız Kulesi'ni çok seviyorum mesela. Akşam, şehrin kargaşası hanelerin ardına saklanınca o tarihi güzelliği oturup izlemek çok keyif veriyor bana. Gökdelenin son katından bu kocaman şehire bakmayı da çok seviyorum. Kendini evrenin en değerli varlığı olarak gören o insanların küçücük, karınca kadar kalması gülümsetiyor beni. Galata Kulesinden İstiklal Caddesinin karmaşasına bakmak, İstanbul'un gençliği gibi oralar. Kıpır kıpır, doyasıya eğlenmelik. Kadıköy Kıbrıs Şehitleri Caddesini anımsatıyor bana. Biraz olsun benim ait olduğum şehir gibi. Barlar sokağı bir Gazi Kadınlar değil ama yinede Alsancak'taymış gibi hissettiriyor. 
Her köşesi ayrı bir hayatta kalma mücadelesi, bu şehrin.
Parayı yetiştirmek zor, gurbette bir öğrenci olmak zor. Sokakların karanlık tarafları tehlikeli, kurnaz olmayana sokaklar kötülüğün şeytani bahanesi.
Ama her şeye rağmen görmeyi bilene huzur İstanbul. 
Kıpır kıpır, doyasıya yaşamalık.
Üsküdardan karşıya bakıp o tarihi camilerin arasından ezanı duymalık.
Hem İslamı hemde modern yaşamı aynı anda tatmalık.
İstanbul'a ait olmak zor. 
Kime sorsan söyler, bu şehir yutar adamı.
İstanbul'a sahip olmak asıl güzel olan.
Her köşesini görebilmek, tarihi her adımda hissedip hem yorulup aynı anda hem dinlenebilmek.
Sekiz ayın sonunda, bu şehrin bana öğrettiği bir şey varsa o da kendi ayaklarımın üstünde adım attığım bu hayatta, bunca güzelliğin ortasında ; Üsküdar'ın kalbinde kazandığım bu üniversitede, istediğim bölümde, savaştığım her köşede 19 yaşımın bütün güzelliklerini , zamanın değerini bilmem gerektiği.
Büyüdüğüm o kitap serisinde,ilk dört kitabın rehberliği buraya kadardı hayatımda. 
Büyüleyici bir kurguyla, her kızın hayatından bir parça taşıyan o kitapları biz okuyucularına armağan eden İpek Ongun'a saygıyla..

22 Şubat 2016 Pazartesi

Kendi kıyametimizi yeryüzüne kendimiz taşıdık

Baskın bir toplumuz biz. Sorunlarla savaşmaktan bıkmış, onları yok saymayı tercih eden yada vicdani duygularını körleştirmek için çaba harcamış ve sonunda her şeyi normal olarak algılamış, tembelleşmiş bir milletiz.  Terörün göbeğinde, sorunların merkezinde hem iç hemde dış mücadelelerde her yeni güne yeni bir gelişmeyle uyanan bu milletin kökeninin aksine artık çabaların sonuç vermediğine inandığı kanaatindeyim.
Birey olarak inanmayı, savaşmayı bıraktık mı bilemem ama toplum olarak vazgeçtiğimiz aşikar. Artık bu tükenişin tam ortasında yanımızda patlayan bombalara belki iki adım ötemizde şiddete maruz kalan canlara kulak tıkamak, çığlıkları yok saymak başımıza kıyametten önce gelebilecek en büyük yıkım zaten. 
Gündeme şöyle bir göz atmaya kalksak, bir sabah kahvaltısında ilk günaydını televizyonun başında alsak, bir patlama haberini duysak atacağımız , bizce (!) doğru olan tek adım sosyal medyada başkalarının görüşlerine onay vermek olur sanırsam. Tarihin derinliklerinde Osmanlı'nın son devrinde baskının getirdiği geriliklere dayanamayan onlarca yenilikçi düşünce insanını başka ülkelerin ellerine göndermişken bugün yine aynı tavırlarla tarihin kendi kendini tekerrür etmesine göz yummak ne kadar doğru sizce? Biz bir imparatorluğun yıkıntılarından cumhuriyet yaratmış, her düşünceyi anlayışla karşılamış çok partili sistemi bağrına basmış cesur bir millettik. Yoktan var ettik, imkansızdan oluru yarattık, görmezden gelmek yerine hep birlikte savaştık. Bugün bu olumsuzlukların arasında, bütün sorunları yok saymada çok büyük bir başarı elde etmiş olsakta susmayı kendimize adet edindiğimizi, kendi tarihimizi kendi ellerimizle gözardı ettiğimizi kabullenmiş gibi görünüyoruz.
İkinci Dünya Savaşı sonunda kendi hırslarıyla soğuk savaş dönemini başlatan, Doğu ve Batı bloklarının arasındaki güç savaşını uzaktan belkide Nato'ya adım atmakla birlikte biraz daha yakından gözlemlemiş bir millet olarak silahsız bir mücadelenin de, halkın desteğini alarak tüm dünyada başlatılan propagandalarla son bulabileceğine şahitlik ettik. Komünizm'in ateşlediği iktidar savaşlarında ABD'nin takındığı tavırda silahlı saldırılara başvurmadan yapılan çalışmalarla bitirilen iki kutuplu bu dengesizliği örnek almayı düşünsek, askeri olarak başaramadığımız bölünmeyi durdurmak amacıyla düşüncelerle ışık tutamadığımız gerçekleri kabul etmeye biraz daha yaklaşırız.
Umursamaz olduk, tüm milletler gibi.
Bizi biz yapan bütünlüğü, birbirimizi kabul ettiğimiz hoşgörüyü geçmişe gömdük.
Bencilleştik, siyaseti bile bencilleştiredik. Okumayı bıraktık, yazmayı, araştırmayı. Öğrenmeye adanmış hayatları yok saydık, Batılılaşma dedik geri kafalı kaldık. İstemedik, bencil olmayı seçtik. Bugün hala iki adım ötede patlayan bombaları duyduğumuzda yaratıcı fikirler geliştirmeye, toplum olarak bütünleştiğimiz alanlarda tartışıp çözüm üretmeye çalışmıyorsak bu umursamazlık bizi biz olmaktan uzaklaştırmış demektir.
İnsanlığımızı kaybetmişiz, düşüncelerimizi hep başkasının fikirlerine göre şekillendirmişiz. Kendi fikirlerimize sahip olma isteğimizi bile bitirmişiz. Düşünmeye üşenen, okumayı sevmeyen, siyaseti bilmeyen, sorumluluktan kaçan gelişmek için adım atmayan kendini tanımayan bir toplumun arasında yenilikçi, idealist düşünceleri bile çoğunluğa benzetmişiz. Sosyoloji, kendi kuralları arasında Türk Toplumunun yeni bakış açısını, bu umursamazlığını hayretle kendi bilim dalı çerçevesinde İletişim Fakültesi öğrencisinin kaleminde bu şekilde yorumluyor.
Yarına uyanmak için bir nedeni olmayan, toplum olarak bir arada olmayı bile unutan bizler bugün yok olmanın eşiğindeyiz. 
Tanrının sunduğu, en başından geleceği belli olan kıyamet dünyayı ne zaman vuracak bilinmez. 
Biz omuz omuza savaşmayı bilen, aynı toprakları vatan edinen bir milletten bencil bir toplum yarattık. Kendi kıyametimizi yeryüzüne kendimiz taşıdık. 

5 Ocak 2016 Salı

Beni anlamıyor-mu?-sun!

Kadınlarla erkekler arasındaki kalın duvarlardan darbe yemekten bıkan bir toplum görüntüsü çizmeye başladığımızı düşünüyorum. Karşı cinsle aramızda doğanın boyun eğdiği, olması geren bir birliktelik söz konusu. Tüm dünya insanın diğer varlıklarla ilişkisinden ziyade, kendi cinsiyle ilişkisini dengeleyebilmesi üzerine bir varsayımın peşinde. Birbirimizi anlayabilmek.
Bizi bizden koparan, empatinin karşımızdakinde olmadığına inandıran iki cinsiyet arasındaki sonsuz uçurumun varlığından doğan sorunlardan bunalarak kaleme alınan bir yazı olacak. Ne vardı yani anlaşabilsek ? Empati kurabildiğimize inanıp, günlük yaşantımızı bu yönde etkileyebilsek? 
Kızgın bir emojinin ardından whatsappta kurulan 'Beni anlamıyorsun' cümlesi karşımızdakinin bizden daha salak olduğunu vurgulamaktan çok, ilişkileri erkeklerin açısından 'yine neyi anlamadım acaba?' boyutuna taşıyıp artık bizi anlamaktan öte kurduğumuz cümleyi anlamaya itiyor sanırsam. İletişim kopuklukları yüzünden ikili ilişkilerde karşılaştığımız bir takım problemler zaman içerisinde iki cinsin arasındaki uçurumun daha da açıldığını gözler önüne seriyor. Gelişen teknoloji, anında bağlantı derken daha fazla şansımız varken daha az iletişim kurduğumuzu göremeyecek kadar 'teknoloji körü' olduk . Göz göze gelmek, sıkıyorsa birde o mesajda yazdıklarını yüzüme karşı söyle diyebilmek. kelime haznesinin yetersizliğinden, telefonun ucunda mimikleri görememekten belkide söylemek istenileni klavyeye dökememekten dolayı karşılaştığımız 'birbirimizi anlamama' sorunu yeni çağın bize sunduğu bir armağan. 
Elbette ki farklıyız. Yaşadıklarımızdan önce yaradılış bakımından aramızda anlaşılması güç, irdelendikçe yoran farklı bir bakış açısı var. Klişe 'yer değiştirme' teması, örneğin regl ağrısında 'her ay çekilen ağrıyı karşı cinse anlatabilme' çabaları, hüsranla sonuçlanan empati çalışmaları. Tartışmaya, anlık kavgaya daha duygusal yaklaşan bir kadın ve diğer yanda olayı sonuçlandırıp maçı izlemeye gitmeyi düşünen klasik erkek mantığı. Yarını düşünmeyen, detayları sevmeyen, sadece sonuç odaklı bir beyinle aşırı detaycı, karşısındakinden anlaşılmayı bekleyen duygusal bir varlığın birbirini beklenildiği gibi anlayabilmesi zaten çok güç.
Kadınların daha güçlü durduğu, yüzyıllık bakış açısının değiştiği, teknolojinin zirveye tırmandığı yeni çağda boşanmaların, ayrılıkların, vazgeçişlerin, geri dönüşlerin en önemlisi de anlaşılamamanın bir de anlayamamanın bu kadar yorucu bir sorun olması, teknolojinin iletişimdeki en önemli ögeleri silmesiyle gerçekleştiğini düşünüyorum. Seni seviyorum derken büyüyen göz bebekleri, sarıldığında hızlanan kalp atışları, kavga ederken akan gözyaşları olmadan sadece kelimelerin gücüne inanarak kurulan yarım yamalak iletişim sonucunda hep hüsran bırakıyor. Birbirimizi görmeli, duymalı ve kelimelerimizi bunları yaparken konuşturmalıyız. 'Ağlıyorum' yazmak yerine yüz yüzeyken üzüldüğümüzü göstermeli, paragrafların çözemediği sorunları jest ve mimiklerimizin çözmesine fırsat vermeliyiz.
Telefonların ardından, fotoğraflardaki anlık bakışlardan değil, ses tonundan, nefes alışlardan, gülümseyince salgılanan hormonların vücudumuzda yarattığı etkiyi gözlemleyerek sevmeli ya da sevilmeliyiz. Erkekle kadının birbirini anlamadığı bir dünyayı, yaşanılan sevgiyi daha gerçekçi yapmak istiyorsak sanal alemde gülümseyen bir emojiyle değil gerçekten bir tebessümle cevap vermeliyiz. Mesajlaşmak yerine sohbet etmeyi, teknolojinin soyutlaştırdığı ne varsa birbirimiz için somut hale getirmeliyiz.
İletişim, birlikte yaşayabilmek, bu dünyayı çözebilmek en önemlisi de birbirimizi anlayabilmek için sahip çıkmamız gereken, varlığına muhtaç olduğumuz en önemli etken. Görmeden, duymadan, dokunmadan kurulan iletişim, bu günkü sosyal medya kadar sanaldır. Birbirimizi anlayamamak ayrı, iletişim kuramamak çok ayrı bir konu.
Bugün aslında canımızı yakan bizi birbirimizden koparan şey 'iletişim kuramamak'
İletişim kurmayı başardığımızda, mesajların ardına sığınmak yerine bakışlarımızla kelimelerimizi harmanladığımızda, ondan sonraki aşamada 'karşı cinsi anlama' çalışmalarımızda yol kat edebileceğiz.
Kadınlar erkekleri, erkekler kadınları bir gün gerçekten anlayabilirler mi orası bilinmez.
Şimdilik bildiğimiz tek şey 'insanın insanı nasıl anlayacağı'
Anlamaya başlamanın da yolu  saklandığımız klavyenin ardından çıkıp, cümlelerimizi haykırmaktan geçiyor.