17 Nisan 2015 Cuma

Ay çok güzel bir şey oldu!

Şimdi ben ilk yazımı yayınladım, gazete elden ele dolaştı falan. Tabi görmeniz lazım bende bir mutluluk, bir hava. 'Ciddi ciddi yazıyorum hahayt be' diye geçinip gidiyorum. Ama bir baktım ben serbest yazmayı çok özlemişim ya!
Böyle popüleriteye hitap eden gençlik ağzı yazılarını bırakıp siyasete falan adım atınca bir ciddiyet geldi, hani o kıvırcıktan 'Ece Hanım' a bir geçiş yaptım.
İlk başlarda iyi geliyor tabi, insanda bir büyümüşlük hissi yaratıyor. Ama sıkıldım ya, eski serbest yazı stilime döneyim dedim. Bak bak nasıl güzel içinden geldiği gibi, konuşma diliyle yazmak.
Neyse işte ben böyle bu ciddiyetin arasında salınırken bir haber geldi.
Bu hafta arka sayfayı vermişler bana. Tabi öğrenince ilk tepkim 'Yani tabi ki de yükselecektim, beklediğim bir şeydi. Hep altıncı sayfa olmaz' oldu. Ama içimden çığlık atıp, 'Talk Dirty' şarkısında dans ediyorum. Üç bölüm olacak, son bölümü siyasete ayıracaksın dediler. Hehe benim son blog yazışı işe yaramış diye bir düşünce geçti aklımdan. İçimdeki sinsi tanrıça ellerini ovuşturup zafer gülüşü yaparken dışarıdan uslu uslu alçak gönüllü bir yazar edası taşıyorum.
Böyle elimde dizüstü ordan oraya koşturuyorum. Arka sayfa yazısı demek 'Eyvah!' demekmiş biraz geç anladım. Haber ağzıyla yazıyorum olmuyor, blog ağzıyla yazıyorum okuduktan sonra 'Bu ne lan' diyorum içimden. Blogta ne güzel eski sevgililerime laf atmalı yazılar yazıp, kızlara erkeklere güvenmeme konusunda tavsiyeler veriyordum. Gazete öyle değil, esnaf amcalara 'Karınızı nasıl etkilersiniz' temalı yazılar yazamam ki. Bi ara ekonomiye değineyim dedim. Hani dolar falan yükseldi ya yazarım dedim. Ay o ne öyle yaa, araştırma yaptım biraz bir sürü sembol falan var. Böyle kafamın içi Cnbc-e gündüz kuşağı gibi oldu. Bu macera arayışım da başlamadan bitti.
Şu an bu satırlar yerine gazetenin yazısını yazıp, teslim ediyor olmam lazım ama ben blogumu çok özledim. Biraz daha bekleyiversinler.
Hayatımın bu ciddi köşe yazarlığı döneminden uzaklaşmak için yine bloguma sığındım.Ekim ayında basın kartım çıkıyor. Ama eminim ki bundan beş sene sonra bile evleneceğim insanla kavgamı blog okuyucularımla paylaşacak kadar deli dolu bir kız olucam.
Bu arada Endonezya'ya teşekkürü bir borç bilirim. Ne bu azim canlarım?
Blog istatistiklerinde Azerbaycan'ı sollayıp beşinci sıraya demir atmışsınız.

Şimdi köşe yazımı yazmam lazım. Maillerinizi eksik etmeyin, şu hafta en büyük destekçim okuyucularımdan aldığım maillerdi.
Şu günlük tarzı, gençlik ağzıyla yazılmış yazıyı sonuna kadar okuduysanız zaten ben bu işi kıvırmışım demektir. Sürekli büyüyen bir tarikatmışız gibi hissediyorum.
Tarikat falan blogu engellemeseler bari, neyse.
11.685 okunmaya ulaştık. 
Her şey daha güzel olucak inanıyorum.
Sizde inanın olur mu ?
Yalnız olmadığımı ilk kez bu kadar içten hissediyorum.
Tanımadığım onca insana teşekkürler.
Hayatıma kattığınız anlam için.
Ay ben sizi çok seviyorum ya !

15 Nisan 2015 Çarşamba

U-YA-NIN!

Köşe yazarlığına başladığım gün bir söz verdim çevremdekilere, siyasete karışmayacağıma dair.
Yaşımın ve yaşantımın ortaya koyduğu koşullar nedeniyle düşüncelerimi geri planda tutup sosyal ve kültürel yaşantıya 'genç bakış' sunucaktım.
Ama yapamam. Şu satırların yazı hayatıma zarar vereceğinin farkındayım ama susamam. Susarsam kızdığım, anlayamadığım 'o' insanlardan biri olurum.
Ben en büyük sözü kendime verdim. Düşüncelerime saygı duyacağıma dair. O yüzden korkusuzca yazıyorum bu satırları.
17 Aralık operasyonunda görevli olan polislerin gözaltına alınışıyla gündemimiz bir anda değişti. Masanın başında yemeğimi yerken yanıbaşımdaki televizyon iki hukuk bürosunun gecenin bir yarısı basılışını haykırıyor. Yirmi beş polisin gözaltına alınışı, sorumlulardan birinin twitterdan hükümete alaycı yaklaşımı..
Derin devlet kavramını göremeyecek kadar gencim, kabul. Ama aptal değilim. Gezi Parkı olaylarında yüreğimi ortaya koyacak kadar tecrübeli, iktidarın onca şeye rağmen bu halkı hala nasıl arkasına aldığını anlayamayacak kadar da tecrübesizim.
18 yaşındayım ve gördüklerim Atatürk Türkiyesi'nin bir düşüncenin parmağında oyuncak olduğu.
Kızgınım.
İzlediği bu adi politika başarılı olduğu için iktidara, başarısızlıklarından ders çıkaramadığı için muhalefete, 'Ben kazananın yanında olurum' anlayışıyla hareket ettiği için halkıma kızgınım.
Biz değil miyiz tek yürek olup bir liderin peşinde özgürlüğe koşan ?
Biz değil miyiz şu an muhtaç olduğumuz kudreti damarlarında taşıyan ?
Geleceğin Türkiyesi bu mu ?
Atatürk'ün adının hafızalardan silinmeye çalışıldığı bir Türkiye'ye boyun eymek istemiyorum ben. Her şeyini kaybetmek pahasına bir avuç insanın özgür düşünce ortamı için savaşmasını da istemiyorum.
Düşünün. Başkalarının görüşlerini benimsemeyi değil, okuyarak araştırarak düşüncelerinizi şekillendirmeyi amaçlayın.
Geç kalıyoruz. Sustukça özgürlüğümüzü, geleceğimizi, savaş meydanlarında kazandığımız zaferlerimizi, gelecek vaadeden gençlerimizi kaybediyoruz.
U-YA-NIN! Varsın ben yanlış düşünüyor olayım yeter ki siz uyanın.

Bu satırlar için siyasete karışmayacağım sözünü verdiğim herkesten özür dilerim. Ama eğer susarsam kendimi asla affetmem.
Böylesi daha iyi.
Benim kendimi affetmeyişimdense, sizin beni affetmeyişiniz inanın daha iyi.

12 Nisan 2015 Pazar

BİR ÇIĞLIKTI YALNIZLIĞIM HEPİNİZ Mİ SAĞIRDINIZ?

18 yaşındayım ve dürüst olmak gerekirse kendi hayatım ara sıra bana bile yabancı geliyor. Ya da en azından bu hayatın bana ait olduğuna hala inanmakta güçlük çekiyorum. 
Daha kendimi bile tanımamışken ‘Kim olmak istediğim’ ya da ‘Nasıl biriyle olmak istediğim’ sorularıyla boğuşmak zorunda kaldım. Bundan beş sene önce hayata bu kadar karmaşık bakmayan, ne olmak istediğini bilen, gelecek planları olan masum küçük bir kızdım. Çevredeki her şeyin farkına varmak,insanların gerçek yüzlerini fark edebilecek kadar büyümüş olmak iyi bir şey değilmiş.. O pespembe masum dünyada kalmayı çok isterdim. Dünyaya çocuk gözlerimle bakmaya devam etmeyi, hayat denen bu savaşa bilinçli olarak katılmayı hiç mi hiç istememiştim. Ama seçim şansım yoktu. Kimse bana ‘İster misin?’ diye sormadı. Galiba en acı yanı da bu. Çocukken o zaman ki sorunlarımı aşamayacağımı sanırdım. Bir dağ kadar yığınla sorunum var sanırdım. Çok gülünç aslında. Keşke biri bana çıkıp her yaşın kendine has problemlerinin olduğunu ve aslında bu problemlerin yaşımla beraber büyüyeceğini söyleseydi.


Şöyle dönüp bir geçmişe baktığımda ne çok şeyle savaştığımı düşünüyorum. Çocukluğumdan itibaren hatta herkesin yaptığı gibi hayata gözlerimi açtığım ilk andan itibaren hep bir savaş halindeydim. Hayatla, koşullarla, duygularla.. Ama galiba en büyük savaşımı da yalnızlıkla verdim. Böyle cümleler kurmaya başlayınca hep aklıma yüzyıl savaşları gelir. Ona benzetirim. Hani bitmek tükenmek bilmeyen o savaşlar ve sonucunda kendileri tükenen iki ülke. Benim yalnızlıkla olan savaşımda öyleydi aslında. Sadece kendimi tükettim. Eminim okuyucularım arasında yalnızlığı hala ‘aşksızlık’ olarak algılayanlarda vardır.  Ama benim sözünü ettiğim yalnızlık duyguları arasında sıkışıp kalmak anlamını taşıyan ve kurtulması zor olunan durum..
Ne zaman kapattım duygularımı etrafımdaki insanlara, ne zaman sustum, ne zaman duruldum, ne zaman kendi kabuğuma çekildim inanın bilmiyorum. Kendimi ifade etmeyi bıraktığım, insanlardan koptuğum o zamandan sonra bidaha hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Bu kasvetli yazıya aldırıpta sakın idealleri olmayan, asosyal bir kız sanmayın beni. Aslında tam tersi bunları dile getirecek en son insanmışım gibi bir hayat içerisindeyimdir. Benim sorunum, benim yalnızlığım kendimle. İçimde biriktirdiklerimin hep orada büyüyüp birikmesiyle.. Sessiz çığlıklarımın insanlara ulaşmadığını anladığım gün yazmaya başladım ben. Devrimler üzerine kompozisyon yazan kız olmayı bırakıp asıl edebiyatın engin denizine yelken açtım. Duygularımı döktüm cümlelere. Kimi zaman Nazım Hikmet Ran misali gerçekçiliğe koştum, kimi zaman Atilla İlhan gibi mavide boğuldum. Cemal Süreya’nın şiirlerine, Ayşe Kulin’in eserlerine akıttım içimdekileri.
Sonra Özdemir Asaf’ın Lavinia’sına hayranlık besledim uzunca bir süre. Varlığını bile yeni öğrendim bir aşka bağlandım tutkuyla. Dış dünyayla bütün bağlantımı kesip kendimi olmam gereken yerdeymişim gibi hissettiren, çoğu yaşama gözlerini yummuş, edebiyat aracılığıyla bağ kurduğum insanlarda buldum çözüm yolunu.
Şüphesiz ki yazının bu kısmında okumayı bırakan, edebiyatı ezberlenmesi gereken binlerce eser olarak gören birçok okurum var.
Ama öyle değil.
Resim ve müzik nasıl ki insanların kendilerini ifade etmeleri için bir araçsa edebiyatta benim sessiz çığlıklarımı yankıya dönüştüren bir sanat. Ben yazıyorum, binlerce insan okuyor. Onlar okudukça benim yalnızlığım paylaşılıyor.

Yazmaya başlamadan önce hayatımın gidişatıyla ilgili derin düşüncelere kapılmışken günlüğümün boş bir sayfasına ‘Bir çığlıktı yalnızlığım, hepiniz mi sağırdınız’ diye iki mısra karalamıştım. Bugün okuduğumda bir gülümseme oluşuyor yüzümde. Ben yalnızlığımla olan savaşımı yazarak kazandım diyebilmenin sevincini yaşıyorum. Ama hala bir yerlerde bu savaşı vermekte olan insanlar var. Umarım onlarda bir gün zafer çığlıklarını atmayı başarırlar..

AŞAMALI AYRLIK ACISI ATLATMA PROGRAMI

1-KABULLENME SÜRECİ

 En zor süreç bu olsa gerek. Sevsen de, sevmesen de, birlikteliğiniz uzun olsa da olmasa da herkes yaşadığı ayrılığın ardından bir boşluğa düşer. Çünkü aşk hayatlarımızı sadece duygusal doyuma ulaştırmaz. Hayatımıza birini aldığımızda ona göre, onun yaşam tarzına, bakış açısına göre şekillenmeye başlarız. Başkasının seçimlerine, başkasının olmazsa olmazlarına yer açarız küçücük dünyamızda. Ayrılığın ilk aşaması olan bu kabullenme süreci o insanın hayatımıza ne kattığını daha iyi anlamamız ve analiz etmemiz açısından bir fırsattır aslında. Bittiğini bilen ama kabullenemeyen çoğu çiftin takılıp kalığı bu süreç , o insanla birlikte hayatımıza giren alışkanlıklarımızla savaştığımız ve duygusal olarak çöküş yaşadığımız bir dönemdir. Uyanır uyanmaz telefonda bir mesaj görmezsin mesela, ya da bir yere çıkarken elin telefona gider haber verme ihtiyacı hissedersin. Sonra aslında o insanın artık olmadığı aklına gelir, hüzünlenirsin. Bu sürecin aşkın temeliyle bir alakası yoktur aslında. Bu sürecin sevmekle, duygusal bağla da bir alakası yoktur. Bu süreç tamamen alışkanlıklardan kurtulma sürecidir.

2-UNUTAMAM SÜRECİ

Bu süreç telefonun başında bir mesaj ya da arama bekleme, durmak dinlenmek bilmeden tweetleri okuma, instagramda kimler takip edilmiş kimler beğenilmiş hangi fotoğraflar atılmış onlara bakma, whatsappta en son ne zaman online olmuş düşüncesine kapılıp an be an takip etme sürecidir. Snapchat te neşeli snapler atılmış mı, swarm da yer bildirimi yapılmış mı, laf sokmalı durum paylaşılmış mı ya da sevilmeyen kaşarın teki planlarıyla ilgilenmeye başlamış mı düşünceleriyle hayatınız alt üst olur. Eski anılar, kurutulan çiçekler, yazılan küçük notlar her gün ortaya dökülür ve ağlama krizleri geçirilir. Eve kapanma, depresyon dönemi olarakta adlandırılabilir. En çok gözyaşı dökülen, kendinizi en yalnız hissettiğiniz dönemdir. Çalan her şarkı onu hatırlatır ve aklınıza gelen her anıda içiniz parçalanır. Ve muhtemelen bu süreçte duygusal boşluğunuzdan yararlanmaya çalışan akbabalar sarıcaktır etrafınızı. İhtiyacınız olan ilgiyi size veren, sanki size delicesine aşıkmış gibi rol yapan ama aslında tek amacı kırgınlığınızdan yararlanmak olan bu ikiyüzlü hödüklere inanmamakta sürecin en can alıcı noktalarından biridir.

 3-YALNIZLIĞA ALIŞMA SÜRECİ

Baktınız onun hayatında her şey normal, sizin yokluğunuz belli bile değil ‘Ne uğraşıcam bu gerizakalıyla yaa’ diyip onun hayatınıza girmesiyle nelerden vazgeçtiyseniz bi anda hepsini geri kazanıyosunuz. O unutulan arkadaşlarla, o unutulan cafelerde keyifli sohbetler, whatsapp gruplarında yapılan dedikodular ve dostlukla doldurulmaya çalışılan bir boşluk.. Bunları yaparken bi yandanda ‘Haha sen yoksun hayatımda ama bak nasıl mutluyum pislik herif’ imajı vermek için yapılan chatler ss alınıp twitterda paylaşılır, swarm check-in manyağı yapılır ve instagramda etiketleme rekoru kırılır. Yalnızken de eğlenilebileceği, ona ihtiyaç duyulmadığı kendine kanıtlanmak istenilir ve bu amaç uğruna hayat alt üst edilir. Ama bu süreçte yalnızlık öğrenilir. Dostlarla yapılan sohbetler unutturur çoğu şeyi. Onu hatırlamaya, özlemeye vaktin kalmazsa daha iyi hissedersin. Bedenini uykuya mahkum edip, onunla olan hatıralara sonuna kadar direnirsin.

4-OLMASANDA OLUR SÜRECİ

Bu süreç önemlidir çünkü ilişkimizi kestiğimiz beyefendiler genelde bu süreçte kendilerini hatırlatma çabasına girerler. Ya instagramda bir fotoğraf beğenirler ya ‘Bekarlık sultanlıktır’ temalı attığınız bir tweeti favlarlar ya da daha cesaretli davranıp ‘Özledim’ mesajı atarlar. O ilk başta ‘Sürünsün pislik’ diye hıçkıra hıçkıra sövdüğünüz herif karşınızda sizin için beklerken tuhaftır ki hiçbişey hissetmezsiniz. ‘Ha ha noldu özledin dimi köpek’ diye dalga geçmek, hatta ss alıp kızlara atmak bile gelmez içinizden. Bitmiştir çünkü. Onun varlığıyla kaybettiğiniz şeylerin farkına varmış ve aslında onun gözünüzde büyüttüğünüz kadar değerli olmadığını anlamışsınızdır.O yoktur artık bu kabullenilmiştir ve sorunda değildir. Omzunda ağladığınız, birlikte kahkahalar attığınız o insan bir yabancıdır ve sizde bunun bilincindesinizdir. Bu süreçte yapılabilecek en kötü hata o adama geri dönüp, eskisi gibi olabileceğinize inanmaktır. Çürük elma bir daha yenmez, bitmiş bir ilişkide küllerinden doğmaz felsefesine inanıp önüne bakmak gerekir. Çünkü hayat bunu gerektirir.  Dışarıda bir yerde seni bekleyen, onun asla olamayacağı kadar kusursuz bir insan var. Ve böyle bir hatayı asla kendine yapma.

Biten ilişkinin ardından yeni bir aşk arayışına girmek yapılacak en büyük hatalardan birisidir. Açıkçası akışına bırakmak gerekir çünkü aşk üstüne yorum yapılamayacak kadar dengesizdir. 
İlişkinizin ardından ağlayın, bu süreçlerin hepsini teker teker her ayrıntısına kadar yaşayın. Çünkü ayrılıklarda sevdaya dahildir ve acı çekmeniz sizin o ilişkide ne kadar dürüst olduğunuzun bir göstergesidir.

Unutmadan şu da bir dip not ;
Sağlam bir ilişkinin sırrı, içindeyken kendini kaybetmemekte yatıyor. Bu hayata yalnız geliyor ve yalnız da gidiyoruz. Tek gerçek devamlılık sensin..

John Green’in de dediği gibi;
Bu hayatta incinip incinemeyeceğimizi seçemeyiz. Ama bizi kimin inciticeğini seçebiliriz.

Seçimlerinizin daima yüzünüzü gülümsetmesi dileğiyle..

9 Nisan 2015 Perşembe

SEVEMİYORUM ARTIK

Çığlık çığlığa yazmalı mı ? Yoksa içime atıp susmalı mı ?
Hep sevilmemekten yakınan ben bu kez fazla sevilmenin verdiği yorgunlukla sarıldım kalemime.
Bir kadın için en güzel şey sevilmek, el üstünde tutulmaktır heralde. Güçlü, akıllı olduğumuzu bile bile korkak numarası yaparız. Sırf o güvenli kollarda sarıp sarmalanıp kendimiz değerli hissetmek için.
Ne saçma aslında. Ama maalesef o duygunun yeri başka hiçbirşeyle dolmuyor.
Yalnızlığımın başlarında sevilmeyi, ilgiyi özlüyorum sanmıştım. Yanılmışım.
Sevmeyi özlüyorum ben aslında. Güvenmeyi, fedakarlık yapmayı, kızdırıp, sinir edip sıkı sıkı sarılmayı.
Nasıl yandıysa canım, nasıl korktuysam kalbimi saklamışım ruhumun derinlerine.Ben bile ulaşamıyorum.
Sevmeye ihtiyacım var.
Yeniden güvenebilmeye, biri uğruna saatlerce gözyaşı dökebilmeye ihtiyacım var.
İsterse yansın canım, yansın. Ama birşeyler hissedebileyim yeter ki.
Hissizlik kötü, fazlasıyla yorucu.
İnsanlar 'seviyorum' dedikçe irkiliyorum. Biri ilgi göstermeye başlayınca savaşa hazırlıyorum kendimi.
Kendi kendime yetebilmeyi öğrendiğimi sanmıştım bunca zaman. Hiçbir erkeğe boyun eğmeyen başına buyruk kızın doğru olanı yaptığını sanmıştım.Meğer en büyük kötülüğü kendime yapmışım.
Sevemiyorum artık.
Elimi uzatıp bir adamın kirpiklerine dokunmak, gözyaşlarından öpmek çok uzak sanki. Yükünü hafifletmek, sımsıkı sarılıp 'Ben burdayım' diyebilmek..

Tanrım ben kendime ne yapmışım böyle ?
Ruhumu nelerden mahrum bırakmışım ?
Mantığıma bu kadar fazla mı sığınmışım sahi ?
'İncinmek istemiyorum' derken neleri kaybettiğimi görseymişim bari..

HIZLI VE ÖFKELİ TÜRKİYE VERSİON

Hızlı ve Öfkeli 7 filminin vizyona girmesiyle beraber çevremizde birkaç değişime şahit olmaya başladık. 
İlk altı filmde olduğu gibi yedinci filmde Türk toplumu üzerinde arabaları tanrıçalaştıran ve sürücüleri Toretto'laştıran bir etki yarattı.
Filmi izleyip arabaların cazibesine tutulan eşsiz insanımız sinema çıkışı şahinlerine atlayıp sokaklarda drift yapmaya çalıştılar.
Gözlemlerim sonucu filmin 18-25 yaş arasına 'Brian O'conner' , 25 ve üstü yaşlaraysa ,'Dominic Toretto' etkisi var. Brian O'conner etkisine yenik düşen Alilerimiz, Osmanlarımız bir Mia tavlayabilmek umuduyla DJ Army çalan arabalarıyla sokaklarda piyasa yapmaya başladılar.
Evli barklı amcalarımız ise o işler bizden geçti ama yollar hala bana hasta imajını verebilmek amacıyla Toretto akımının verdiği yetkiye dayanarak kırmızı ışıkta geçmek gibi -kendilerince- çok tehlikeli işlere kalkıştılar.
Yani Allah aşkına bir düşünün burası Türkiye.
Caddenin ortasında iki arabanın yarışması, bırakın yarışmayı aynı hizada yan yana yarışa başlaması bile imkansız. Caddelerde birinin diğerine artistlik yapması 'Aç lan şu camı, açsana lan!' ya da 'Çek lan kenarı!' cümleleriyle son bulur.
Yarış savaşları konusuna değinmiyorum bile.
Yahu bir kere bizde yarış için bir alanda toplanılmaz bile. Teyzenin biri hemen çok gürültü var diye şikayet eder. Hadi toplandık diyelim, araba markasını geçtim bizim insanımızın o coolluğu vermesi imkansız.
Paul Walker gülüşü yapan birini bulursak direk oyuncu yapıyoruz zaten.
Onuda geçtim.
Bir kızcağız çıkıp yarış başlatayım dese ertesi gün cafelerde kaşar diye adı çıkar.
Adamlar kalkmış üç bina arasında 'flappy bird' oynuyor biz hala piyasa yapma derdindeyiz.
Birde bütün bunları görmezden gelip, o toplumlara özenip eldeki imkanlarla kendi filmimizi çekmeye çalışıyoruz.
Ya zaten bizde benzin çok pahalı, yarışın ortasında yolda kalırız.
Bide her gün yarışan çocuklarla evlenilir mi ya ?
'Uff, çocuğumun rıskını arabalara yedirdin' ağlaması mı yapayım hayatımın geri kalanında ?
Banada yazık!