27 Kasım 2015 Cuma

Özgür Kalemimize Kelepçe Vurdular

Tarihte bugün, Nazım Hikmet Ran vatan hainliğinden tutuklandı. Yıllar geçti, değişen bir şey yok. Bugün yine sosyal medya elimizde, gazeteler evimizin bir köşesinde 'Tutuklandık' diye haykıran gazetecilerin kalemlerinden dökülen kelimelerde özgürlüğümüzün nasıl boğulduğunu okuyoruz. Can Dündar ve Erdem Gül'ün tutuklanmasının ardından ülkenin sürüklendiği kaosda gazetecilik okuyan bir öğrenci olarak nefes alamaz olduğumu hissettim. Bugün kızdık, çok kızdık. Canımız yandı, bağırdık.
Basın özgürdür, sansürlenemez diyen Anayasa'nın ne derece üstün olduğunu kendi gözlerimizle gördük.Bir tarafta   televizyondan ülkesinin gazetecisine tehtidler savuran bir cumhurbaşkanı, diğer tarafta işini yaptığı için tutuklanan bir gazeteci. Acelece karalanmış satırlarda 'Çok iyiyim. Çok güçlü hissediyorum kendimi. Çünkü her zaman yaptığım işi yaptım. Bilgisayarın karşısına geçtim, haberi yazdım, manşet oldu. Şimdi bu nedenle ağır suçlamalarla tutukluyum.' diyor. Ne acı, sadece işini yapanlar özgürlüğün ardından koşan gazeteciler, avukatlar, bürokratlar parmaklıklar ardında bu ülkede. Zincirlenmiş, satın alınmış kalemler doğru sayılıyor.
Tutuklanma olayının ardından -ki bizim için yeni bir şey değil- 'Şarkı bilmez, türkü bilmez, şiir bilmez, sevmeyi bilmez, laftan sözden anlamaz kimselerin adaletine kaldık, ona yanarım' diyor Levent Üzümcü. Haber kuşağında dolaşıyorsun, her köşede Can Dündarın eşi sessizce haykırıyor. 'Bu Can'a takılmış bir şeref madalyasıdır.'
Eşi görülmemiş bir dönem. Uyuyan bir ülke, 'siyaset' adı altında ihanetten duvar örmüş şahsiyetler. Satırlar 'Susmamak gerek' ile başlıyor. Özgürlükten bahsedilen bir ülkede susmak nasıl aynı cümlede bir eylemsi olabiliyor hala anlamış değilim.'Ölümden ötesi yok zaten. İdeallerimi yitirmektense, ölmeyi tercih ederim' cümleleri dökülüyor kağıtlara, hiç olmayacak bir yerden ulaşıyor elimize mektuplar. Parmaklıkların ardırdan. Galiba saklamak lazım bu ülkede. Evlerdeki o cam kutunun ardından halkı kandırmak, susturmak lazım.
Daha yeni adım atmıştık, yeni baş koymuştuk oysa bu yola. Daha birinci sınıftaydık, onca olaya rağmen hala umutla yaklaştık. Belki dedik. Belki biz özgürce yazabiliriz. Taraf tutmadan, kalemimize zincir vurulur mu diye korkmadan. Şimdi elimiz kolumuz bağlı sanki öylece okuyoruz. Yazmamız gerekirken, öylece susuyoruz. Merak ediyorum İletişim fakültesindeki hocalarımız ne söyleyecekler, ne öğreticekler? Yazın diyecekler muhtemelen, çünkü ilk öğütleri buydu. İnanıcak mıyız, sanmıyorum. İsmail Küçükkaya'nın da dediği gibi aslında 'Bazı insanları başka sıfatlarla tanımlayamazsınız. Ülke sevgileri ve memleket özlemleri meslek tutkularıyla harmanlanmıştır. Ruhları gazetecidir'
Seçtiğim meslekten dolayı asla başımı önüme eğmeyeceğim. Attığım manşetten ötürü asla yüzümü düşürmeyeceğim. Suçu işleyenin değil yazanın tutuklandığı bir ülkede her yeni gün gelen nesil için özgürlüğün sönen ışığıdır.
Kaleme zincir vurulamaz. O kanlı ellerle kapattığınız ağızlar konuşamasada, kalemler susturulamaz! Ha bir eksik, ha bir fazla. Dağa taşa yazsalar biz yine okuruz. Varsın demir parmaklıklar ardında sarılalım kalemimize. Yeter ki mesleğimizden, uğruna kelime hazinemizi tükettiğimiz ülkemizden utanmayalım.
 Bu yeni hal, bitmez mücadelenin bir cephesi. Bugün kalemlere zincir vuranlar, yarın günahlarıyla birlikte fikirlerimizin gölgesinde boğulacaklar! Sessiz çığlıklar mı? Asla! Biz avazımız çıktığımız kadar bağırdık bu ülkede. Ama sağır bir halka onca çığlık sanıyorum ki fazlasıyla boşa..
Birer ikişer tükeniyoruz bu yolda. Çok değil sadece dört yıl sonra bir gazetenin yeni gün kokan sayfalarında kaleme aldığımız bir haber aracılığıyla, haksız bir suçlamayla kendimi o parmaklıklar ardında bulabilirim. Korkuyor muyum? Asla. Hiçbir kötülük cezasız kalmaz. Türkiyenin sözde adaleti tatmin etmesede düşünceleri yaradanın adaleti var. Gün gelicek devran dönücek. Susturdukları ne kadar düşünce varsa tüm pislikleri yeryüzünden silecek. 
Can Dündar ve Erdem Gül yalnız değildir
Son olarak onların satırlarına karşılık kurabileceğim tek cümlem var.
Biz ülkenin yeni dönem gazetecileri. Henüz konuşmayan, adını duyurmayan, ufak kağıtlarda milyonları etkileyecek düşüncelerini saklı tutan.
Bugün aklımızda tek soru var.
'Silivride bizede yer var mı?'

9 Ekim 2015 Cuma

Ah be Sabahattin Ali

'İnsanlar birbirlerini tanımanın ne kadar güç olduğunu bildikleri için, bu zahmetli işe teşebbüs etmektense, körler gibi rastgele dolaşmayı ve ancak çarpıştıkça birbirlerinin mevcudiyetinden haberdar olmayı tercik ediyorlar.'
Yürekleri dev insanlarla rastlaşırız bazen.
Sabahattin Ali'yi bilirsiniz. Bilirsiniz diyorum çünkü henüz o kelimeleri dans ettiren adamın kitaplarında yok olmadıysanız hayatta biraz eksiksiniz demektir. Ben Kürk Mantolu Madonna ile birlikte hayatıma soktum bu adamı. Çok kızdım kendime, çok geç kalınmış bir karar olmuş.
Bir kitap, bir sohbet, bir insan aşka hatta hayata bile bakış açınızı değiştirebilir. İnanın iki paragraflık bir yazıyla bile kendinizi büyülenmiş hissedebilirsiniz.
O Haydarpaşa'da trenin ardından el sallayan kalbi kırık aşıklardan sonra devirle birlikte aşkı da farklı bir çerçeveye soktuk. Kolaylaşan her şey gibi, yitirmeye yüz tuttuğumuz değerleri basitleştirdik. Ucuzlaştırıp, edebi değeri olmayan satırlarda sakladık. Kendimle bile kavga etmişimdir bu yüzden. Ben bir link altında yaşattığım şu blogta bile ona değinmemeliyim aslında. Koskoca okyanusta küçük bir balığım, ne haddime en büyük değerleri bünyesinde barındıran bir konuyu satırlarla okuyanıma anlatmak? İşte tam bu noktada Sabahattin Aliyi olabildiğine kıskanıyorum. Öyle bir adam ki, ömrümüz boyunca okuyabileceğimiz en cana dokunan cümleleri bir kadına armağan edip, onu nesiller boyu farklı yüreklerde de ölümsüzleştirmiş.
Farklı yüzyıllara ait olsak , belki aşkı solmaya yüz tutmuş bir çiçek gibi samimiyetsiz görsek bile hala onu anlatabilen insanlar var etrafımızda.
Çok zor bir adamın satırlarına ilham olabilmek. Satır satır kendini yazdırıp, başkalarında büyüyebilmek. Kimi Tutkular der kitabında. 'Kimi tutkular rehberimiz olur yaşam boyunca.'
Ben dünyadan ziyade kafamın içinde yaşayan bir adamım diyor. İşte ben o kafasının içinde yaşayan adamın Maria'ya olan sadakatine aşık oldum. Farklı bakıyorum artık. Öyle güzel anlatılmış bir aşk ki insana günümüzde yaşanılanların ne kadar ucuzlaştığını kocaman bir perde de izletiyor. Yürekleri dev insanlarla rastlaşmak demiştim ya hani. Ben bu insanlarla rastlaşıyorum. Her insanda Sabahattin Ali'den bir parça hissediyorum. Lakin sadece satırlarda. Çünkü böyle insanlar harcanmaya çok müsait.
Biz harcarız, varlıklarını yokluğa çevirmek için elimizden geleni yaparız. Bir Sabahattin Ali, Bir Franz Kafka bulsak onların değerlerinide geçmişe gömüp başkalaştırırız. O yüzden satırlarda saklamışlar kendilerini. Gerçek hayatta, Af buyrun gerçek hayatta diyorum çünkü biz bu değerleri filmlerimize, dizilerimize konu edebilecek kadar yalan görmeye başladık. Bir hayli meşakatli şimdilerde o masum aşklara ulaşmak.
Anlattıkları aşklarda kaybolup giderek iyice koparıyoruz kendimizi asıl dünyadan. Şimdiki zamandan, var olduğumuz hayatın diğer insanlarla bağ kurmaya çaışmasından. Satırlarla hepsinden kopuyoruz. O mucize adamlar şimdileri görüyor olsalardı eminim kahvelerini yudumlarken aralarında münakaşaya tutuşurlardı. Ben tahmin edebiliyorum. Şimdi o münakaşanın içine süzülsem 'Bu eksik sana değil bana ait Sabahattin Ali. Bende inanmak noksanmış' derdim. Kendi cümlesini benimsemiş olmama içlenicektir mutlaka. Ama vereceği cevabı bilecek kadar iyi tanıyorum onu.
Kuzum derdi, Öyle hitaplardan hoşlanır ya, o sebepten gülümser usulca devam ederdi.
'Aşk hiçte sizin söylediğiniz basit sempati veya bazen derin olabilen sevgi değildir. O büsbütün başka, bizim tahlil edemediğimiz öyle bir histir ki nereden geldiğini bilemediğimiz gibi günün birinde nereden kaçıp gittiğini de bilemeyiz'
'Ben böyleyim işte' derdim.
'Ben garip bir kadınım. Benimle ahbaplık etmek isterseniz bir çok şeylere tahammüle mecbur kalacaksınız.. Çok manasız kaprislerim, birbirine uymaz saatlerim vardır. Hulasa arkadaş olduğum kimseler için pek müziç ve anlaşılmaz bir mahlukum.'
Son noktayı o koyardı eminim. Hatta en sevdiğim cümleleriyle.
'Mucizeler kediler gibidir. Aramaya çıktığınızda asla bulamazsınız, fakat beklemediğiniz anda kucağınıza atlayıverirler.'
Sabredin kuzum, kısmet bu işler.
Ah be Sabahattin Ali.
Alıcağın olsun, 'seninle şöyle bir oturup konuşamadık'

24 Eylül 2015 Perşembe

İzmir'de son gece

'Bu gece son
 Biraz sonra bu kapıdan son kez çıkıp
 Yine kendimi vuracağım yollara' 
Levent Yüksel'in en güzel şarkılarından birinin ilk dizeleri.
Bu şehirde son gece.  
Doğduğum, büyüdüğüm, aşık olduğum şehirde son gecem.
Nasıl hissediyorum bilmiyorum. 
Hep kurmak istediğim hayata bir adım uzaklıktayım şimdi. 
Her şey hazır, son yolculuğuma çıkıyorum. 
Geride bırakacağım o kadar şey varmış ki aslında yeni yeni anlıyorum. 
Ne insanlar geldi geçti hayatımdan, kimleri ağırladım küçücük dünyamda. 

Ufak heyecanlar, gençlik aşkları, zamanında gözyaşı döktüğüm daha nice olay. Hepsini bu şehire anlattım. 
İzmir farklıdır derler. İzmir'in havasını soluyan, onun insanlarıyla iç içe yaşayan biri kalkıp başka şehirde mutlu olamazmış. Rivayet işte. 
İzmir bu özlenir elbet. 
Boyozsuz kahvaltılara uyanıcam ben şimdi, çiğdemsiz dedikodulara. Saat kulesinin olmadığı meydanlara, kemeraltından alışveriş yapılmayan bayramlara uyanıcam. Alsancaktaki gecelerden habersiz, Atasına saygı yürüyüşü yapan binlerce izmirliden uzakta yepyeni bir hayatta olucam. 
İzmirli olsun olmasın herkes aşıktır bu şehire. Kızına, yazına , zeybek havasına, kumrusuna, Kordonboyuna, fuarına, gavur olup olmadığına, körfez kokusuna.. 
İzmirli için bahenedir her şey, yeter ki sokaklarda olalım. Yeter ki hep beraber bir şeyler yapalım. Kızlarından bahsetmiyorum bile Sezen Aksu anlatılabilecek en güzel şekilde dizelere sığdırıp eşsiz sesiyle sunmuş zaten bunu dünyaya. Bir bakışla, bir yürüyüşle yakarız Kordonboyu'nu. Giyiniriz çıkarız, kimseyi umursamayız. 
Tarihtir İzmir, bir şehirden öte düşüncedir. Atatürk'ün İzmir'i hala ilkelere sahip çıkmak için son bir gayretle direnen binlerce İzmirli'si. Hani şu bazılarına göre ülkenin gavur şehri. Veda etmenin en zor olduğu şehirden gidiyorum ben şimdi.
Dostlarımı, ailemi geride bırakıp kendi ayaklarımın üstünde durmaya gidiyorum. Çok insan uğurladım bu şehirden. Arkasından eksilen dostluklara sıkı sıkı tutunup, çoğu koltuğu boş bıraktım. Hep kalana daha zor derdim. Başıma geleceğinden bi haber.. Gidene zormuş. Dönüp gitmek, emek verdiğin onca şeye sırtını dönmek çok zormuş.
 Bir seçim yaptım, her gece yanlış olmasın diye dua ettiğim, yapayalnız devam ettiğim bir seçim. Bir şeyler yapabilmek adına, gözlerimi kapattığımda rüyalarımı süsleyen hayat adına. 
Bu şehir benim geçmişim, İstanbul geleceğim. Emin adımlarla yürümek istiyorum. Düşe kalka doğruyu yanlışı yeni hayatımda öğrenmek istiyorum. 
Sırtımda geçmişin kamburuyla çıkamam bu uzun yola. 
Bütün üzüntülerimi denize bırakıyorum.
Çok şey öğrenmişim aslında, büyümüşüm ama çocuk kalmak için çabalıyormuşum gibi. Mesela artık rakı içebiliyormuşum, efkarlanabiliyormuşum, Zeybeği her dansın üzerinde tutuyormuşum. Tam bir İzmir kadını olmuşum gibi. 
Kalbimin ilk kırgınlığını, ilk dost kazığımı, başarısızlıklarımı, yorgunluklarımı, kendimi affetmişim gibi. 
Ben her şeyi affettim bugün, bu şehire dair ne varsa aklımda da kalbimde de güzel ettim.
Sende affet İzmir, yeni umutlar için seni bile terk ettim.

23 Ağustos 2015 Pazar

Mürekkebin kuruduğu yerde, son perde

Hayal kurmayı bilmeyen bir ülkenin çocuklarıyız biz. Bütün savaşımız arafta kalmamak için. Amaçlarımıza ulaşıp gittikçe dibe batan günümüz Türkiyesin de hayatta kalmak için. 
Bir hedefim vardı benden çok uzakta hayatımın karanlığında parıldayan. Toprağa düşen her yağmur damlasında varlığıyla içimi ısıtan. Tek çıkış yolu olduğunu düşündüğüm, her gece yastığa başımı koyduğumda göz kapaklarımın ardında en ince ayrıntısına kadar planladığım küçük dünyamın büyük hayali. Bambaşka bir şehirde, özgürce, kendi seçimlerimle parlamak istediğim meslekte gülümsediğimi düşlediğim.Seneler boyunca hayallerimde süsleyip gerçeklerle bileştirmek için çaba sarf ettiğim. İnsanların  bütün 'olmaz' larına rağmen vazgeçmediğim.
Dedim ya hayal kurmayı bilmeyen bir ülkenin çocuklarıyız. Bu ülke sevmez hayalleri olan insanları. İdealleri, umutları sevmez. Hayallere gülüp geçmeyi destek olmak yerine köstek olmayı sever bizim insanlarımız. Tembeldir Türk toplumu çünkü. Karda başkasının ayak izlerine basarak yürümenin doğru olduğuna inanmıştır, inandırmıştır kendini.Şu satırları kabul etmeyenler çoğunlukta olacaktır eminim.Ama bir düşünün her yer karanlık diye bize ışık yaktığını düşündüğümüz insanları göklere çıkaran bizler değil miyiz? Kendi ışığımızı bulamadığımız için suçlu hissetmektense bir başkasının yaktığı ışıkla önünü görmeye çalışan, yaptığı her ne olursa olsun ışığı kesmesin diye duacı olan, vatan kokan ülkemin güzel insanları.. 

Benim hayallerimin, umutlarımın önünde dağ gibi durdular saolsunlar.
Davranışları heyecanlı bir tiyatro oyununun tüm özelliklerini taşıyan insanlardan olmuşumdur hep. Bu yüzden onları sessizce izledim, onaylarcasına dinledim. Şimdi bakıyorum da  'acaba onlar mı haklı' diye düşünmeden edemediğim zamanlarda kararımı herkes gibi olmaktan yana kullansaydım şu an içi kıpır kıpır hayallerine sımsıkı sarılan mutlu bir kızdan dinlemeyecektiniz bu satırları.
Ben bu süreçte anladım. Hayallere giden yol önce kendini sevmekten geçiyor. Eksiğiyle, fazlasıyla, kusuruyla kendini kabul edince insan dışarıdaki insanlarla savaşmak için daha fazla enerji biriktiriyor. Şu kısacık hayatta yaptığımız en büyük hata bir avuç enerjimizi kendi kendimizle savaşarak tüketmek galiba. Kendi kendimizi tükettiğimizi farketmeden ömrümüzün en güzel günlerini umutsuzlukla harcıyoruz. 
Kendinizi sevin. Hatalarınızı, salaklıklarınızı hatta sakarlığınızı bile sevin.
Bir başkasının sizi herşeyinizle sevmesini beklemek için henüz çok erken. Eksik olan, muhtaç olduğunuz sevgiyi kendi kendinize verin. İnsanların düşüncelerine söylediklerine dikkat etmeyin. Bırakın onlar kendi karanlıklarında boğulsunlar. Siz aydınlığa çıkmanın ne demek olduğunu iliklerinize kadar hissedin. Hayal kurmak bu dünyanın en güzel şeyi. Hayaller gerçeklerin bir parçasıdır unutmayın. Uçsuz bucaksız dünyalarınıza toz pembe hayaller sığdırmaktan korkmayın, utanmayın. Bizler 'Türkiye Cumhuriyeti' gibi bir hayale inanıp, onu yaşatmış bir başkomutanın çocuklarıyız. Onun hayalinede inanmadıklarını, onuda yarı yolda bırakıp düşmesi için çabaladıklarını unutmayın. Türkiyenin hayallerine koşan kararlı bir gençliğe ihtiyacı var.Asla vazgeçmekten yana olmayın.
Ben vazgeçmedim. Bir ay sonra bugün hayallerimin şehrinde başka bir yazıda selamlayacağım sizi.
Bu oda, şu satırları yazdığım masa. Bu bloğun ilk yazısına şahit olan her ne varsa geride bırakıyorum şimdi.
Mürekkebin kuruduğu yerdeyim.
Yeni bir mürekkeple, hayallerime ulaşmış bir şekilde karşınıza çıkmak için sabırsızlanıyorum.

Şu satırlar mürekkebin son damlaları.
Bu her yanı umutlu bir yolculuğa açılan yazı ise,
Mürekkebin kuruduğu yerde, son perde.

31 Temmuz 2015 Cuma

Rahat uyu Aysun Altay, susmayacağız!

Nerede güvende hissedelim kendimizi? Nereye sığınalım, kime anlatalım, attığımız çığlıkları sağır insanlara nasıl duyuralım? 
Benim bir kadını daha uğurlayacak gücüm kalmadı.
Nasıl anlatalım ? Onca kadını toprağa verdik, arkasından ağıtlarla siyahlar arasında 'Susmak yok!' dedik. Biz daha ne yapalım?
Erkekliklerine laf söylendiğinde göğüsünü kabarta kabarta kendini koruyan, söz konusu 'namus' olunca kendi canından insana kıyan sözde çok ahlaklı karşı cins, bu satırlar sizin için.
İki kez bileklerini keserek canına kıymış olan bir candan söz edelim hadi. Abisinin tecavüzüne uğramış, birde yetmezmiş gibi ailesi 'şikayetini geri alması' için baskı uygulamış.. En güzel yaşında hayallerinden, hayatından, sevdiğinden vazgeçmiş gencecik bir kadın.
Kalbinden vurmuş kendini, muhtemeldir ki abisinin isteklerine boyun eğmek zorunda kaldığı, gençliğinin elinden alındığı o ilk an zaten ölmüştü. İntiharın tek çıkış yolu olduğunu hissettirmek, bir canı intihara sürüklemek.. öldürmekten daha beter değil mi ?
Abi dediğin sarıp sarmalar, koruyup kollar. En korktuğun anda sana kucak açar. Canın yanarsa kahrolur, içi yanar. Abi sever, abi kollar.
İnsan abisinden bunu nasıl bekler? Beraber büyüdüğü, aynı yastığa baş koyduğu insanın sana dokunmak istediğini, seni farklı şekilde düşlediğini nasıl anlar ? Bir abi kardeşine doğru tecavüz etmek amacıyla nasıl adım atar? 
Aile limandır, sığınırsın. Tüm korkulardan uzakta güvende hissetmek için adım atarsın. Ailemizdende korkacaksak, sokağa çıkarken tedirgin olacaksak sırf kadın olduğumuz için ölüme mahkum tutulacaksak gururla kalkacak başlarımız.
Hava karardığında kitapları göğsümüze bastırmak zorunda kalıyoruz ya hani, yolda yürürken önce bakışlarınızı sonra 'laf atmak' diye yorumladığımız hitaplarınızı görmezden geliyoruz ya hani, sizin için 'erkeklik' çok önemli ya hani. Gururla söylüyorum 'Biz sizden daha erkeğiz' 

Her yeni gün kalktığı için gurur duyduğunuz cinsel organlarınızın biryerlerde bir başka kadının düşlerini sonlandırdığını bilerek uyanıyoruz. Sokağa adım attığımız an 'utanılacak bir şey' mişiz gibi bakan insanlara rağmen dik durmaya çalışıyoruz. Kendi paramızı kazanmaya, kendi ayaklarımızın üstünde durmaya çalıştığımızda patronlarımızın sarkıntılıklarına susmak zorunda kalıyoruz. Sığındığımız adamların bize olan bağlılığının sebebinin kısacık bir an yaşanılan zevk olduğunu öğrenip buna rağmen yeniden sevmeyi deniyoruz. Biz bizim gibi milyonlarca kadının hayatıyla ödediği bu davanın arkasından hala var gücümüzle koşuyoruz.
Her yeni isim, her yeni hikaye sesini duyuramayan bir kadının daha artık olmadığını hatırlatıyor bizlere. Buna rağmen vazgeçmiyoruz.
Şu sayılanların hepsiyle beraber 'erkeklik' adı altında sizler için en önemli şey 'namus korumak' ya, biz sizler gibi aç gözlü zavallılara rağmen onu her yeni gün başarıyoruz.
Öyleyse cinsel kapasitesine yağdırılan övgülerle var olduğunu sanan, 'adam' lıktan nasibini almamış aciz erkek topluluğuna son söz.
Erkekliği sizden öğrenseydik, sizin izinizden gitseydik, bizim yerimizde sizi hayal etseydik
'boyun eğmektense ölmeyi tercih edecek kadar cesur olamazdınız'

Solan umutlarının, yıkılan hayallerinin ve içimi yakan hikayenin bize güç verdiğini unutma. Öğreniyoruz Aysun, her yeni gün susmamayı, savaşmayı, kendi ayaklarımızın üzerinde durmayı öğreniyoruz. 
Kalbine saplanan o kurşunun, ezilen tüm bedenleri ayaklandırması dileğiyle.
Rahat uyu, susmayacağız.

25 Temmuz 2015 Cumartesi

Erkeklerde haklı, kızlar biz ne yapmışız böyle?


Prenseslikten bahsedip duruyoruz hep. Kadın olmak çok zor, ay bu erkekler bizi hiç anlamıyor, düz mantık bunlar falan filan. Olaya birde erkeklerin tarafından bakmak lazım sanırım. Tamam yani biz her zaman haklıyız bunu kimse inkar edemez ama onlara da yazık be. Bu yazıyı okuduğunuz zaman inanın kızlar erkeklere de hak vericeksiniz.


Çoğumuz diyoruz ki arkadaş olarak erkekler kızlardan daha iyi. Ama onları flörtleşicek erkek statüsüne aldığımız zaman dünyanın en salak insanına dönüşüyolarmış gibi hissediyoruz. Bu beklentilerimizin çok yüksek olmasından kaynaklanıyor olabilir mi acaba? 
Arkadaş gözüyle baktığımız zaman bizi anlayan, zaman geçirmekten hoşlandığımız bu varlıkları sevgili olma yolunda öyle bir harcıyoruz ki adamlar ne yapacaklarını şaşırıyorlar. Yani düşünsenize Kıvanç Tatlıtuğ gibi bir erkek hayal eden kıza yetmeye çalışıyorsun. Onlara yaptığımız en büyük haksızlıkta bu sanırım.
Prenses değiliz ama işte hepimiz bir prens bekliyoruz. Hemde o biçim bir prens yani. Anlayışlı, kıskanç ama çokta fazla değil, bizi üzdüğü zaman evin önünde ağlayacak, ay dönümlerinde süprizlere boğacak ama fazlada süpriz beklemeyecek.. Ne kız arkadaşı? Yanındaki her kız potansiyel kaşardır ama bizim erkek arkadaşlarımız olabilir çünkü onlardan vazgeçmek çok zor geliyor dimi ? Sonra düşünceli olması lazım. Regl dönemlerinde ağzından çıkacak tek kelime ilişkinin sonu olabilir. Bir kere bu adamlar çalışıyor, bu çalışma temposunun arasında birde utanmadan ilgi bekliyoruz. Çok ilgi göstersin ama fazlada sıkmasın diyoruz. Lan bunun ortasını biz bulamamışız daha herif ne yapsın ? Yani şimdi kendimden biliyorum 'Bir çikolatayla bile mutlu olabiliyoruz bizi nasıl üzdünüz be' diye bağırıp isyan ediyoruz ama o çikolata geldikten sonra beklentiyi bir üst seviyeye taşıyoruz. Onlar hep uğraşmalı çünkü bir erkeğin ilgisini kazanmış bir kız kendiliğinden başında tacıyla gezmeye başlar. 
İstiyoruz ki her yerde bizi sevdiğini bağırsın ama çokta yılışık olmasın. Çok sevince 'Öf bu ne be bensiz ölcek galiba çok sıkıldım' çok sevmeyince de 'Allah belanı versin bensiz de yaşarsın demek nasıl yaparsın bunu bana' triplerine giriyoruz. Trip demişken en baş belası durumda bu. Acıyorum valla ne çok süründürüyoruz. Yan yanasın adam yanında elini tutuyor ama yok 'O kız sana neden baktı, garson kıza neden buzda ekler misiniz dedin bla bla bla' taramalı tüfek gibi bir dakikada iki kere trip atıcak bir şey buluyoruz. Sonra bide 'Seni istiyorum' olayı var. Adam sürekli öpse 'Ay bu bana farklı gözle bakıyor' diye kendimizi harap ediyoruz. Öpmese whatsapp dedikodu grubuna 'Kızlar bu beni sevmiyor, öpmüyor bile' diyerek alarm veriyoruz.
Kavgalarda ayrılık sinyali çakıyoruz ki diken üstünde olsun, yoksa ayrılmak aklımızın ucundan bile geçmiyor. Maksat 'Ben seni çok seviyorum bunu bize yapma lütfen' gibi cümleleri duyabilmek. Başka kadın meselesi var bide. İstiyoruz ki bizimle bir şey yaşamasın, toplum baskısının getirdiği bir durum var ortada. Bizle yaşamasın yaşamasın ama başkasıyla yaşarsa ölümlerden ölüm beğensin. Ee bu herif napsın afedersiniz, adam genç yaşında kuruyup gitsin mi ? Bizim için başkalarıyla kavga etsin bile istiyoruz bazen. Kavga edince de 'Bu yaptığın çok çocukçaydı' diyerek adamı şoka uğratıyoruz. Süprizler, uçsuz bucaksız ilgiler, bizim için dökülen gözyaşları, romantik akşam yemekleri hepsini tek erkekte istiyoruz. İstiyoruz ki bizi başka bir adamın ilgisine itmesin. Adam yemeğe çıkarsa 'Gül nerde? Hani gül yok ee gerizekalı gülü unutmuşsun' diye trip atıcak durumdayız. Böyle yapa yapa etraftaki sevme potansiyeli olan adamları piçin teki olmaya ittik.
Uyanmadık mı ? Uyandık. Uyandık kızlar ama biraz geç oldu be. Şimdi her gelenin ardından 'Bu da olmadı' diyerek kendimizi sorgulamaya başlıyoruz. Hep tripler, hep memnuniyetsizlikler. Bence birazda teşekkür etmek lazım.
Şu yukarıdaki satırlarda yazan her şeye rağmen bizi sevmeyi başaran, dışarıdaki diğer kadınlara gözlerini kapatıp kulaklarını tıkayan tüm 'adam' lara teşekkürler. Bunca dengesizliğimize rağmen ağladığımızda 'Buraya gel, ben senin tek gözyaşına dünyayı yakarım lan' diyip o güvenli omuzları bize açan, ihanetin kıyısından bile geçmemiş, geçmişimizi süslemiş, kısa bir süre için bile olsa güzel duygular hissettirmiş o koca kalpli güçlü adamlar, çıtayı Allahuekber dağlarının tepesine istedikleri kadar çıkarsınlar. Ağzınızdan çıkan 'Seviyorum be hatun' sözüne hiçbir şey değişilmez.
İyi ki vardınız, iyi ki de varmışsınız.

19 Temmuz 2015 Pazar

Tiyatronun Gözyaşları: William Shakespeare

Modern dramın kurucusu, ünlü İngiliz sahne şairi William Shakespeare.
Bu ismi duyduğunuzda muhtemelen gözünüzün önünde gelmiş geçmiş en büyük tiyatro yazarlarından biri canlanacaktır. Ancak ne yazık ki dünya nüfusunun yarısı gibi bu yazıyı okuyan okuyucularımın da İngilizlerin tanrıçalaştırdığı bu adamın hayat hikayesinden haberleri yok. Çoğu insana göre William 'Romeo ve Juliet', 'Othello', 'Macbeth' gibi şaheserlerin arkasında duran bir isimden ibaret.
İngiliz Edebiyatına tutkuyla bağlı olduğum, hatta onun en güzel oyunlarında biri olan Othello'nun eşsiz karakteri Desdemona'yı canlandıracağım şu sıralar beni Rönesans sanatçıları arasında yer almış, bir çağın değil bütün çağların adamı olan Shakespeare'i ve hakkındaki skandalları araştırmaya itti. Bu yazımda uzun ve yorucu bir araştırmanın sonuç raporudur.
Eserlerin gerçekten Shakespeare'e ait olup olmadığı yüzyıllardır tartışma konusu. Hayatı hakkında yazılı, sağlam kaynaklara dayanan pek bir bilgi olmayışı, hele eserlerini sağlığında tam olarak yayınlamamış bulunması, kesin yazılış tarihlerinin bilinemeyişi gibi birçok aksaklık, bu belirsiz durumu yaratmıştır. Bu konu üzerine araştırma yapmış birçok profesöre göre eserler Elizabeth devrinin ünlü fikir adamı Francis Bacon yada başka bir asilzadeye ait. Birçok araştırmacı yazdığı tezler ve kanıtlarıyla gerçeği gün yüzüne çıkartmaya çalışmış olsa bile halk tarafından 'ünlü tiyatro yazarının adını karalamaya çalışan' biri olmaktan öteye geçememiştir.
Bu konuda fikir yürütmüş insanların uzlaştıkları tek noktaysa 1550 sularında Stradford'da doğmuş, kasabanın ilkokulunu bile tamamlayamamış, oyunların geçtiği Güney Avrupa özellikle de İtalya'ya hiç gitmemiş bir insanın İngiliz Edebiyatında yeni bir dönem başlatacak eserleri yazmasının mümkün olmadığıdır.
Philip Henslowe'un Rose Tiyatrosu gerçeği ortaya çıkarmak için çabalamışsa da skandal yaratmak için uydurulmuş iftiralar etiketiyle damgalanıp döneminde çok fazla taşlanmaya maruz kalmıştır. Hatta Shakespeare hayranları Globe Tiyatrosu çıkışı karşı tarafa Romeo ve Juliet'in 'Şu gülün adı değişse bile, kokmaz mı aynı güzellikte?' dizeleriyle karşılık verip, açıkça dalga geçtiklerini gözler önüne sermişlerdir.
Dönemin önemli isimlerinden Robert Greene eserlerinde William için sahne sarsan anlamına gelen shake-scene lakabını kullanmıştır. Greene göre 35 oyuna sahip Shakespeare çocuklarını eğitme zahmetine bile katlanmayan adi adamın tekidir. Üstelik birde dalga geçer gibi Fırtına eserinin baş kahramanı Prospero'yu bütün engellere rağmen kızını okutan bir kişilikle süslemiştir. Dönemin usta şairi Mark Twain William hakkında şu sözleri sarf etmiştir;
''Birçok şair fakirlik içinde öldü ama tarihte onun kadar fakir ölen başka kimse yoktur''
Yaptığım araştırmalarda ve beni bu araştırmalara iten 'The Shakespeare Cronicles' kitabında da savunulduğu gibi eserlerin gerçek sahibi Christopher Marlowe'dur. Yüzyılların tabusunu yıkmak ve gerçeğin peşine düşmek isteyenlerin yoğun araştırma sonucu ulaştığı bu isim kurguladığı yalancı ölümünün ardından gönderildiği sürgünde eserlerini yazmaya devam etmiş ancak kendi ismiyle yayınlayamadığından William Shakespeare'nin eserlerini çalıp, adını markalaştırma çabasına göz yummuştur. Bizim aslında olmadığı bir şey sanılarak yükselen zeki adamımız William ilk eserinin Venüs ve Adonis olduğunu onlarca kez dile getirmiştir. Ancak üç oyununu da 1623 yılında (VI. Henry) bu şiirden önce sahneletmiştir. Hatta çıkan tartışmalar üzerine oyunların kendisine ait olduğunu sert bir dille belirtmiştir.
İşin garip yanıysa ilk eserin ithaf cümlelerinin arasında latince bir özdeyiş bulunması. Bu özdeyiş Ovid'in Aşk Sanatı'ndan.Gelin görün ki bu eser Marlowe tarafından hala Combridge'de öğrenci olduğu sıralarda Latinceden çevrilmiştir. Anlaşılan o ki sürgünde olan şairimiz Marlowe, edebiyatla uzaktan yakından alakası olmayan Shakespeare'le dalga geçmiş ve William bilmeden gerçek yazarın ismini vererek kendini açıkça komik duruma düşürmüştür.
Ve daha komik olansa The Tempest (Fırtına) adlı eserinde 'Kitaplarım bana yetecek büyük bir krallıktır' diyen bir yazarın geride hiç kitap bırakmamış olmasıdır.
Daha başka kanıt ve belgelerle ortaya konulan gerçek, artık bir markaya dönüşmüş turizm sektörünün temel taşı olan bu ismi yıkmaya yetmemiştir.
Sadece bir isimden ibaret olan yalancı şairimizse hayatında bir kez tek bir şiir yazmıştır. Bu sanat eserinin mezarının üzerine yazılmasını emretmiştir.
Söylentiye göre bu emri verdikten kısa bir süre sonra sarhoşluk yüzünden hastalanmış ve çok geçmeden yine bir 23 Nisan günü 52 yaşında ölmüştür. Ardından hiçbir ağıt yazılmayan şairimizin son isteği yerine getirilmiş ve
''Kadim dost İsa aşkına
 Dağıtma bu mezarın tozunu
 Bu mezar taşını koruyanı Tanrı korusun,
 Ve kemiklerimi yerinden oynatana lanet olsun'' dizeleri mezarıyla buluşmuştur.
Othello'yu ve Macbeth'i yazan adamın son sözleri bu muydu diye sormak elde değil doğrusu.
Araştırma sonunda şaşkınlığım ve hayal kırıklığımı atlatmak için kendimi şu sözlerle avuttum;
Shakespeare yada değil. Sonuçta o şaheserleri yazabilecek kadar özel bir adam yaşadı. Ve nesiller boyunca okunmaya doyulamayacak eserler bıraktı.
Kanıtların hiçbiri kesin olarak kabul görmemiş olsada bu şüpheler okuyanların kanına bir zehir gibi yerleşti. Ve son olarak;
Doğrusunu isterseniz panzehir falan yok.
Romeo'nun içebilmiş olduğu uyarlamanın aksine..

*Biyografik yetersizlikler göz önüne alındığında Şeytan ve Shakespeare'nin birbirine bu kadar çok benziyor oluşu ne kadar garip ve ilginç bir tesadüftür. Onlar harikadır, eşsizdir, bağımsızdır. Tarihte onlar gibisine rastlanmamıştır. Romantizimde hatta öğretilerde bile kimse onların eline su dökemez. Ne kadar önemli bir konumları vardır ve bu iki büyük bilinmeyen, iki ünlü varsayım ne kadar üstün, ne kadar sınırları aşan ve yerlere göklere sığmayan bir azamate sahiptir. Onlar bu gezegendeki gelmiş geçmiş en iyi bilinen bilinmeyenlerdir.*
                                           -Mark Twain

18 Temmuz 2015 Cumartesi

Bir kahve?

Aşktan söz edelim hadi, uzun zamandır bu konuyu konuşmadık. O en tatlı heyecanlarımızdan, vazgeçmemek adına verdiğimiz savaşlardan konuşalım.
'Ay ben bu adamı hayatım boyunca tavlayamayacak mıyım yahu!' döneminin gıcıklığından, 'Allah belanı versin ömrümü yedin be' cümlesinin uçurumun kıyısında bizleri beklettiği anlardan konuşalım.
Ne çok seviyoruz bir başkasını sevebilmeyi. Yaşımız kaç olursa olsun bu heyecanın içine girmek için fırsat kolluyoruz.
Ne var lan bu aşkta dedirtiyor insana dimi. Aslında çok güzel be.
Bir kalbin atışını dinlerken onun sana ait olduğunu düşünmeye başlıyorsun. Biliyorsun geçmişinde biri var silemeyeceğin, yada birileri. Var çünkü seninde olmuştu. Ama o an senin, o an sizin. Çocukluklar, şımarmalar, kavga sonrası dayanamayıp kahkaha atmalar hepsi, her an bunun bir parçası. Senin için yaşayan biri var sanıyorsun. Evet sanıyorsun çünkü aşıksın. Gözlerin pembe bulutlardan bir göz bandıyla kapalı. Bir kokuyu, bir teni, bir gülümsemeyi mutluluk  sanıyorsun. Biliyorsun aslında sonu var. Kavgalar var ortada, uymadığınız aşikar. Belki kabulleniyorsun bir zaman sonra 'Lan olmuyor bununla' diyorsun ama yan yana gelince bir şeyler değişiyor işte. Gözler buluşuyor, eller kilitleniyor toz pembe bulutlar hayatının üstünde halay çekmeye başlıyor. Bir söz, bir mesaj tüm günü değiştirebiliyor.
Ayrılık geliyor ardından belki. Kıskançlık gözyaşları, sosyal medya hesaplarını takip etme çabası.. Bir dedektif edasıyla stalklama çalışmaları. Başka birinin varlığıyla yüzleşiyorsun kimi zaman 'Bunun için miydi bu kadar çaba?' diyorsun. Evet bak şu karşındaki gerizekalı yüzündendi bunca çaba.
Çoğu zaman toz pembe bitmez, biri geride kalır. Vazgeçtiği kadın ya da vazgeçtiği adam oluverirsin. Onu unutmanın Eylülünden, ondan nefret etmenin Ekimine kadar yastığında hayal kırıklıkları biriktirirsin. Hak etmez çoğu insan sevilmeyi, arkasını döner sevdalara. Çünkü senden daha iyisi vardır yüzünü döndüğü tarafta. Ne bileyim daha güzeli, daha yakışıklısı, daha akıllısı. Fiziksel acılar unutulur da geride kalan boşluklar yakar insanı. Her günün şafağında anılar ilk günkü gibi acıtır. Nefrete tutunuruz bazen, yada gurura. Affetmekten korkarız. Nefretimiz geçmesin isteriz. Çünkü biliriz affedersek yine severiz. Kabullenişler kalır geride. Sana tutunamadığı için ondan, tutamadığın için kendinden yakınırsın. Kıramayacağımız zincirlerle saplanırız anılara. Öyle kıyısından köşesinden yakalamaya çalışırız hayatı. Bir yerden sonra vazgeçeriz ama. Herkes vazgeçer çünkü. Yeniden deneriz, bıkmadan usanmadan aynı acıları baştan çekeriz.
Aşk kusursuzdur. Yaşattığı hayal kırıklıkları bile mükemmeldir. Birbirimizden çok farklıyız, her zaman bir daha denemek için şansımız var. Deneyin, kendinden başkasını sevemeyen insanlar güçsüzdür çünkü. Acılarla, görmezden gelmeye çalıştığımız anılarla güçleniriz. Kaç yaşında olursanız olun deneyin.
Yeniden sevmekten korkmayın. Bırakın güveninizi paramparça edenler korksun 'Bir gün beni de hiçe sayan biri çıkar mı?' diye.
Aşkın her hali güzel ve inanın denemeye değer.
Elinizden bir kahveyi esirgemeyin sevdiğinizden.
Düşeceğinizi bile bile ayaklarınızı yerden kesin, bırakın 'sen benimsin' dediğiniz insan tutmasın elinizden. Bu dünyanın bir köşesinde, dışarılarda bir yerde seni bekleyen, sana göre, onun asla olamayacağı mükemmellikte biri var. Kendinize bunu öğrenmek için bir fırsat tanıyın.
Bırakın geceleriniz bir tebessümle gündüze dönsün.
Sevin. Tekrar tekrar deneyin.
Yorgunluklarda geçer çünkü. Alışır insan kırıntılarla yaşamaya.
Ve..
Ve'si yok işte.
Bir kahve ?

9 Temmuz 2015 Perşembe

Sonuç : Hep Aynı Tükenişler

'Bende burdayım!' demenin farklı yolları vardır. Yaşarken attığın sessiz çığlıkları insanlara iletmek için kimisi şiddet kullanır, kimisi yazar, kimisi çizer, kimisi şarkı sözlerine döker hislerini, kimisi dans eder. Şu zamana kadar 'Ben burdayım!' demek için hep yazdım. Yazılarla büyüdüm, satırlarla olgunlaştım.
Kimi kendini anlatmak, kimi de gizlemek için yazar. Hep kendimi anlatmak için yazdım. Aşklarımı, yorgunluklarımı, özlediklerimi hatta en büyük korkularımı.. Yazıları yazarken öyle dürüst oluyorum ki sonradan okuduğumda 'böyle mi düşünüyorum sahi?' diyorum kendi kendime. Hep anlatmak için yazdım ama üzgünüm bugün kendimi gizlemek için yazıyorum. Çünkü ilk kez yapmam gereken bir seçim var ve ben bunun getirdiği sorumluluktan korkuyorum. Hayalperest oluşum hep daha fazlasını istememe neden olduğundan o içimde kalan son umut kırıntılarınıda sonuç sayfasına baktığımda kaybettim. Çok güzel üniversitelere gidebilirim. İstanbul, Ankara, İzmir hepsinde dört senelik bir öğrencilik hayatım olabilir. Ama istemiyorum. Hep aynı hayali büyüttüm ben içimde, her gece rüyalarla buluştuğumda hep aynı hayat düzenini oturttum.
Tek bir okulda binlerce hayal yaşattım.Bulutların üstündeki bir avuç hayale ulaşayım derken şimdi gittikçe dibe battığımı hissediyorum. Yıldızlara ulaşmaktı oysa dileğim. Ege üniversitesi parmaklarımın ucunda, garip ama Gazi üniversitesinde bile istediğim bölümü okuma şansı yakalamışım. Selçuk üniversitesine elimi kolumu sallayarak girebilirim ama bir sene daha hazırlanmak için kendimi ikna etmeye çalışıyorum.
Saçmalık ama galiba nedenini biliyorum. Perde arkasında gösteriye dakikalar varken gözlerimi kapattığımda bile güvenli hissetmek için sığındığım hayallerimin anahtarıydı üniversite. Ve ben o hayallerde bencilce tek okula sarılmışım. Sığınabileceğim tüm hayallerimi kaybetmişim, yalnızlığa gömülmüşüm gibi hissettim. İmkansıza bile inanırsın orası senin hayal dünyan ya hani. Galiba gerçeklerle yüzleşmeye hazır değilmişim.Şimdi dört yıl boyunca hayallerimde buluştuğum hayatım tercihlerimin ilk sırasında şansa kaldı. Yeni hayaller içinse üzgünüm ama vaktim yok.
Garip tanıdık bir hayal kırıklığı. Bir anlık mantıklı gelen bir tercihin dört sene beni Torbalı'ya hapsetmiş olmasından sanırım.
O kağıdı teslim ettiğim andan itibaren her şey değişicek. Eski hayatıma dair ne varsa, vazgeçmek zorundayım. Çünkü geçmiş zaman hep hayal kırıklıklarımı hatırlatıyor.
Vedalardan hiç hoşlanmam. Hiç beceremedim doğru düzgün veda etmeyi. Bir kitaba, bir filme, bir anıya, bir aşka, bir dostluğa. Ne zaman veda etmem gerekse, ne zaman onu bitirmem gerekse hep kaçtım ben. Sanırsam bu kadar ağır ilerlememin tek sebebi vedalaşamadıklarımı yanımda taşımaya çalışmam. Yeni şeylere yer yok hayatımda. Eskilerden kurtulmadan 'yeni'ye yer yok. Bugün vedalaşmam gereken birçok 
şey olduğunu farkettim. Ve yeni bir hayata başlamak istiyosam hepsini geride bırakmam gerekicek.

Ve bırakıyorum. Geçmişe bağlı yaşamanın bedelleri var ve onları ödeyecek kadar güçlü değilim. Önümde güzel bir hayat var. Her ne olursa olsun şartlar neyi gerektirirse gerektirsin daima gülümseyeceğim. Bu karar, bu seçim bana ait. Galiba sorumluluğunu üstlenecek kadar büyümüşüm.
Elbette korkuyorum, hemde ne korkmak! Ama korktuğumu asla belli etmeyeceğim. Adım söylendiğinde, daima bir adım öne çıkacağım. Tökezlersemde yeniden ayağa kalkabileceğime inancım tam.
Uçsuz bucaksız hayaller,
Sonuç : Hep aynı tükenişler.
Vazgeçmenin Haziranından, güçlenmenin Temmuzuna geçtim.
Ve kendime söz veriyorum, bu blog birdaha hiçbir yazının başlığında 'tükenmek' kelimesini barındırmayacak.
Hoşgeldin yeni hayatım.

19 Haziran 2015 Cuma

Okuyucularımın kaleminden

Çoğu zaman yazıların ardından oturup saatlerce gelen yorumlarla, mesajlarla, maillerle ilgileniyorum. O kadar güzel mesajlar geliyor ki bazen hiç tanımadığım o insanlara sıkı sıkı sarılmak istiyorum.
Uzun süredir yazmadım, yazmadığım içinde tepki aldım. Yeni yazı istiyoruz, yaz artık dediler. Neyi yazayım ki diye düşünüp durdum. Ve galiba sonunda beş yıllık blog hayatımda ilk kez bir yazıyı okuyucularıma ayırıcam.
Attığınız mesajlarla hiç övünmedim şu zamana kadar. Kimseye göstermedim, biz bize olduk hep. Ama bugün 12.746 okunma sayısına ulaştık. Ve bunu sizlere borçluyum.

O yüzden bu yazı, okuyucularıma hitaben. Gelen onca mesajın arasında ulaşabildiğim mailler, yorumlar işte hepsi bu yazının içinde olucak.

Hep benim gözümdeki sizi anlattım durdum. Şimdi sizin gözünüzdeki beni görme zamanı..

 5 Nisan 2015 23:17
Bu maili aldığında ne hissedersin bilmiyorum. Ben senin gibi güzel yazamam ama söylemem gereken şeyler var. Sivri Köşede yazarlık yaptığından beri takip ediyorum seni. Kendi blogunu açman bence verdiğin en doğru karar oldu. Seni okudukça içimde bir yazma isteği oluştu ve kalkıp blog açtım. Şu an 'Tam 5 Yıl Oldu' yazısında anlattıklarının aynısını yaşıyorum. Sen benim ilham perimsin. Hiç tanımıyorum seni, nasıl bir insansın hiçbir fikrim yok. Ama bana yazmayı sevdiren kızsın ve sen olmasaydın blog açmak aklıma bile gelmezdi. Lütfen yazmaya devam et, sana ihtiyacım var. Bu arada favori yazım 'Bir Devir Bitti' haberin olsun. 

7 Haziran 2015 00:08
Merhaba, beni tanımıyorsun ve bende seni tanımıyorum tam olarak ama sen güçlü ve harika bir kişiliksin. Bloglarına baktım şimdi. Başarılarını örnek aldığım insanlardan birisin.İçimden sana sarılmak geliyor. İnan bunları neden yazıyorum bilmiyorum ama seni seviyorum. O güzel gülüşün eksik olmasın, yazılarını bekliyorum. Başarılar.

6 Şubat 2015 00:04
Blog yazılarını okudum yalnızca tebrik etmek istedim. Devam etmelisin bence hiç bırakma. 'Yazmadan yaşayamayan' bir kafada olman mükemmel.Ben zevkle ve hüzünle okudum yazılarını haberin olsun.

29 Ocak 2015 06:14
Ne yaşadığını merak ediyorum bu kadar güzel yazabilecek kadar. Neredeyse tüm yazılarını okudum. Ben onca kişinin blog yazılarını okudum henüz bu kadar iyisini görmeim. Seni tebrik etmek isterim lakin yeterli olacağını düşünmüyorum. Daha iyisini hakediyorsun.

6 Şubat 2015 16:55
O yazıları sen mi yazıyosun? O yazıları nasıl yazıyosun sen ya?! Yazmayı bırakırsan seni gelir, bulur ve döverim. İlk kez birini heyecanla okuyorum, bunu elimden alma!

2 Mayıs 2015 14:25
Yıldız Tilbenin şarkıları insanda bir etki yaratır ya yemin ederim Duygularla Dans yazısı bende aynı etkiyi yarattı. Öldürdün beni be kızım, yeni yazıyı çabuk yaz. 

17 Mart 2015 19:57
Biliyorsun her yazının ardından arıyorum seni. Ama mesaj olarakta yazmak istedim. Şu son yazın varya ağlamaktan ciğerim çıktı be kıvırcık. Ne güzel şey seni okumak, bir bilsen. Ben eminim bir gün D&R 'ye girdiğimde çok satanlar reyonunda senin bir kitabını görücem. Sakın pes etme, vazgeçme yazmaktan. Seni seviyorum can şenliğim.

19 Ocak 2015 12:10
Senin sayende bloggerdayım. Ben ya ben yazmakla alakası olmayan çocuk kalktım blog açtım sana özenmekten.Başarısız olmayayım bari bir el at. Samsundan katılıyorum bu arada hayran postasına. İyi ki okumaya başlamışım seni neyse erkek adam çokta övmez. Cevabını bekliyorum.

26 Mart 2015 19:44
Yaşamın farkına varmak ve bunu kelimelere dökebilmek, hüznü ve sevinci hissetmek, hissettirmek, varlığını nefesini sonuna kadar kullanmak, Tebrikler kalemi güçlü güzel kızım. Seninle gurur duyuyoruz, yazmaya devam.

23 Mayıs 2015 16:33
Yazıların başarılı ağzına, ellerine sağlık. Lütfen yazmaya devam et, takipteyim. 

7 Şubat 2015 12:32
'Duygularla Dans' yazısı harika. Ziyadesiyle optimist bir dilin var. Kelimeler anlaşılır ve yalın. Ama bu optimist durumun içinde pessimistliği güzelce hissettirebiliyosun. Bence önemli olanda budur. Yazmaya devam et, heyecanla okuyorum seni.

9 Mayıs 2015 08:25
Ece abla ya servisten yazıyorum bu mesajı okula gidiyorum. Antalya'dayım mesajlaşmıştık daha önce hani. En güzel yazın için 'Bir Devir Bitti' diyolarmış tweet atmışsın. Hayır, biz kızlarla en çok 'Duygularla Dans' ı seviyoruz.Bu arada sana gönderdiğim yazıya bir yorum yapar mısın? Bizim grubunda selamı var, öptüm çok

1 Mayıs 2015 15:43
Blog açmamda yardımcı olduğun için sana minnettarım. Biliyo musun 73 kişi okudu. Her yeni kişide İyiki varsın diye sana bağırmak istiyorum. Blogger kraliçesi dedik diye dalga geçmiştin grup sohbetinde. Ama öylesin. Yaşasın blogger kraliçesi, seni seviyorum

Bunlar gibi daha bir sürü mesaj ve mail. Hiç tanımadığım insanlar tarafından seviliyorum, bundan daha ötesi var mı ? Beş yıldır yanımdasınız, her mesajda biraz daha bağlanıyorum size sanırım. Yalnızlığımdan yakınmıştım hep, hayran postasında
'Yalnız değilsin, biz varız' demiştiniz. Teşekkür ederim. Okuduğunuz için, eleştirdiğiniz için. Desteğiniz için..
Her yeni yazıda daha fazla insana ulaşıyorum. Nasıl oldu hiç bilmiyorum.
Tek bildiğim iyi ki olmuş.

Bugün bu satırlar sizin için. Bugün bütün kelimeler size hitaben. Küçücük dünyamda koskoca bir hayat kaynağısınız benim için. Vazgeçmeyin olur mu ?
Sizi seviyorum..

4 Haziran 2015 Perşembe

Ben küçücük dünyama bir sürü hayal sığdırdım, siz koskoca Torbalı'ya bir beni sığdıramadınız

İnsan yaşadığı yerden nefret etmemeli aslında.
Sorun yaşadığımız bölgede değil iç içe olduğumuz insanlarda sanırım.
Hataları yok saymayı bilmeyen, affedemeyen bir toplumda her yeni gün bir savaşın içine bırakıveriyoruz kendimizi. Çok korktum ilk başlarda, inanın çok korktum. Güvenebileceğiniz kimseniz yok çünkü yanınızda. Toplumla olan bu savaşta, insanlara karşı katıldığınız bu cephede tek başınasınız.
'Güçlü değilim' sandım her defasında. İnsanlarla savaşamadığım için zayıf hissettim, zayıf hissettirdiler.

Nefret ettim yaşadığım yerden, inanın nefret ettim. Üniversite dedim hep, sabret Ece. Gidiceksin, biticek. Ama kendimi kandırıyorum. Gerçekten bile bile isteyerek kandırıyorum kendimi. Bitmeyecek. Ben değişmedikten sonra, şehir değişmiş, isimler, insanlar yenilenmiş ne farkeder?
Sorunun kaynağını buldum, benim.
Sığamadım ben buraya.
Herkes aynıydı, herkes yapması gerekeni yapıp bırakanlardandı. Fazlasını yapana yanlışların arasında boğuluyor muamelesi yapanlardandı. Kabul etmedi bu şehir beni. Daha en başında, ilk adım attığımda anlamıştım. Küçücük bir kız çocuğu düşünün arkadaşlarıyla sokakta oynayan. Giydiği elbise yüzünden evcilik oyununun dışında kalan.
Topluma ayak uydurmak zorundasınız, yoksa sizi dışarda bırakırlar. Dik kafalılığım, hatalarımı bile anlatışım, canımın istediği gibi davranışım ve toplumun beklediğinin aksine kendi kabul gördüğüm şekilde ortaya çıkan giyim tarzımla insanların daha tanımadan nefret ettiği birine dönüştüm Torbalı'da. Dahası bunlara aldırmayışım ya da ilk başlardaki aldırışım yüzünden bir anda insanların iftira atmaya çalıştığı, hata yaptığında çevresindekileri sevindiren bir kız oldum. Nasıl oldu, neden oldu inanın bilmiyorum. Bu kadar düşmanı hangi ara edindim, insanlar benim hakkımda kurguladıkları onca şeyi ne zaman paylaşmaya başladı gerçekten anlayamıyorum. Tek bildiğim pes etmediğim.
Öğreniyorum. Nasıl kulak tıkamam gerektiğini, hata yapa yapa büyüyeceğimi öğreniyorum.
Ama kızgınım. İnanın bana çok kızgınım.
Bana yaptıkları bu şeyden ötürü, iki adım arkamda fısır fısır konuşan yüzüme gülüp arkamdan atıp tutan insanlardan ötürü hem bu şehire hemde çevremdekilere çok kızgınım. Eskiden olduğu gibi yakmıyor canımı artık, laf anlatmayada çalışmıyorum kimseye.
Söyleyebileceğim tek şey savaşmak zorundayım. Bu şehri terketsem bile, yeni bir yerde yeniden başlasam bile insanlar hep aynı. Ben aynı olduktan sonra onlar değişmeyecekler. O yüzden bitmeyeceğinin farkındayım.
Kimseden hatasını anlayıp, değişmesinide beklemiyorum. İmkansıza inanmayı beyaz atlı prensin gerçek olmadığını öğrendiğim zaman bıraktım zaten.

Bu şehrin insanlarına söyleyecek tek bir şeyim var :

Ben küçücük dünyama bir sürü hayal sığdırdım. Kendi kendime çabalayıp, olmak istediğim insana adım adım yaklaştım.
Siz koskocaman Torbalı'ya bir beni sığdıramadınız..

17 Nisan 2015 Cuma

Ay çok güzel bir şey oldu!

Şimdi ben ilk yazımı yayınladım, gazete elden ele dolaştı falan. Tabi görmeniz lazım bende bir mutluluk, bir hava. 'Ciddi ciddi yazıyorum hahayt be' diye geçinip gidiyorum. Ama bir baktım ben serbest yazmayı çok özlemişim ya!
Böyle popüleriteye hitap eden gençlik ağzı yazılarını bırakıp siyasete falan adım atınca bir ciddiyet geldi, hani o kıvırcıktan 'Ece Hanım' a bir geçiş yaptım.
İlk başlarda iyi geliyor tabi, insanda bir büyümüşlük hissi yaratıyor. Ama sıkıldım ya, eski serbest yazı stilime döneyim dedim. Bak bak nasıl güzel içinden geldiği gibi, konuşma diliyle yazmak.
Neyse işte ben böyle bu ciddiyetin arasında salınırken bir haber geldi.
Bu hafta arka sayfayı vermişler bana. Tabi öğrenince ilk tepkim 'Yani tabi ki de yükselecektim, beklediğim bir şeydi. Hep altıncı sayfa olmaz' oldu. Ama içimden çığlık atıp, 'Talk Dirty' şarkısında dans ediyorum. Üç bölüm olacak, son bölümü siyasete ayıracaksın dediler. Hehe benim son blog yazışı işe yaramış diye bir düşünce geçti aklımdan. İçimdeki sinsi tanrıça ellerini ovuşturup zafer gülüşü yaparken dışarıdan uslu uslu alçak gönüllü bir yazar edası taşıyorum.
Böyle elimde dizüstü ordan oraya koşturuyorum. Arka sayfa yazısı demek 'Eyvah!' demekmiş biraz geç anladım. Haber ağzıyla yazıyorum olmuyor, blog ağzıyla yazıyorum okuduktan sonra 'Bu ne lan' diyorum içimden. Blogta ne güzel eski sevgililerime laf atmalı yazılar yazıp, kızlara erkeklere güvenmeme konusunda tavsiyeler veriyordum. Gazete öyle değil, esnaf amcalara 'Karınızı nasıl etkilersiniz' temalı yazılar yazamam ki. Bi ara ekonomiye değineyim dedim. Hani dolar falan yükseldi ya yazarım dedim. Ay o ne öyle yaa, araştırma yaptım biraz bir sürü sembol falan var. Böyle kafamın içi Cnbc-e gündüz kuşağı gibi oldu. Bu macera arayışım da başlamadan bitti.
Şu an bu satırlar yerine gazetenin yazısını yazıp, teslim ediyor olmam lazım ama ben blogumu çok özledim. Biraz daha bekleyiversinler.
Hayatımın bu ciddi köşe yazarlığı döneminden uzaklaşmak için yine bloguma sığındım.Ekim ayında basın kartım çıkıyor. Ama eminim ki bundan beş sene sonra bile evleneceğim insanla kavgamı blog okuyucularımla paylaşacak kadar deli dolu bir kız olucam.
Bu arada Endonezya'ya teşekkürü bir borç bilirim. Ne bu azim canlarım?
Blog istatistiklerinde Azerbaycan'ı sollayıp beşinci sıraya demir atmışsınız.

Şimdi köşe yazımı yazmam lazım. Maillerinizi eksik etmeyin, şu hafta en büyük destekçim okuyucularımdan aldığım maillerdi.
Şu günlük tarzı, gençlik ağzıyla yazılmış yazıyı sonuna kadar okuduysanız zaten ben bu işi kıvırmışım demektir. Sürekli büyüyen bir tarikatmışız gibi hissediyorum.
Tarikat falan blogu engellemeseler bari, neyse.
11.685 okunmaya ulaştık. 
Her şey daha güzel olucak inanıyorum.
Sizde inanın olur mu ?
Yalnız olmadığımı ilk kez bu kadar içten hissediyorum.
Tanımadığım onca insana teşekkürler.
Hayatıma kattığınız anlam için.
Ay ben sizi çok seviyorum ya !

15 Nisan 2015 Çarşamba

U-YA-NIN!

Köşe yazarlığına başladığım gün bir söz verdim çevremdekilere, siyasete karışmayacağıma dair.
Yaşımın ve yaşantımın ortaya koyduğu koşullar nedeniyle düşüncelerimi geri planda tutup sosyal ve kültürel yaşantıya 'genç bakış' sunucaktım.
Ama yapamam. Şu satırların yazı hayatıma zarar vereceğinin farkındayım ama susamam. Susarsam kızdığım, anlayamadığım 'o' insanlardan biri olurum.
Ben en büyük sözü kendime verdim. Düşüncelerime saygı duyacağıma dair. O yüzden korkusuzca yazıyorum bu satırları.
17 Aralık operasyonunda görevli olan polislerin gözaltına alınışıyla gündemimiz bir anda değişti. Masanın başında yemeğimi yerken yanıbaşımdaki televizyon iki hukuk bürosunun gecenin bir yarısı basılışını haykırıyor. Yirmi beş polisin gözaltına alınışı, sorumlulardan birinin twitterdan hükümete alaycı yaklaşımı..
Derin devlet kavramını göremeyecek kadar gencim, kabul. Ama aptal değilim. Gezi Parkı olaylarında yüreğimi ortaya koyacak kadar tecrübeli, iktidarın onca şeye rağmen bu halkı hala nasıl arkasına aldığını anlayamayacak kadar da tecrübesizim.
18 yaşındayım ve gördüklerim Atatürk Türkiyesi'nin bir düşüncenin parmağında oyuncak olduğu.
Kızgınım.
İzlediği bu adi politika başarılı olduğu için iktidara, başarısızlıklarından ders çıkaramadığı için muhalefete, 'Ben kazananın yanında olurum' anlayışıyla hareket ettiği için halkıma kızgınım.
Biz değil miyiz tek yürek olup bir liderin peşinde özgürlüğe koşan ?
Biz değil miyiz şu an muhtaç olduğumuz kudreti damarlarında taşıyan ?
Geleceğin Türkiyesi bu mu ?
Atatürk'ün adının hafızalardan silinmeye çalışıldığı bir Türkiye'ye boyun eymek istemiyorum ben. Her şeyini kaybetmek pahasına bir avuç insanın özgür düşünce ortamı için savaşmasını da istemiyorum.
Düşünün. Başkalarının görüşlerini benimsemeyi değil, okuyarak araştırarak düşüncelerinizi şekillendirmeyi amaçlayın.
Geç kalıyoruz. Sustukça özgürlüğümüzü, geleceğimizi, savaş meydanlarında kazandığımız zaferlerimizi, gelecek vaadeden gençlerimizi kaybediyoruz.
U-YA-NIN! Varsın ben yanlış düşünüyor olayım yeter ki siz uyanın.

Bu satırlar için siyasete karışmayacağım sözünü verdiğim herkesten özür dilerim. Ama eğer susarsam kendimi asla affetmem.
Böylesi daha iyi.
Benim kendimi affetmeyişimdense, sizin beni affetmeyişiniz inanın daha iyi.

12 Nisan 2015 Pazar

BİR ÇIĞLIKTI YALNIZLIĞIM HEPİNİZ Mİ SAĞIRDINIZ?

18 yaşındayım ve dürüst olmak gerekirse kendi hayatım ara sıra bana bile yabancı geliyor. Ya da en azından bu hayatın bana ait olduğuna hala inanmakta güçlük çekiyorum. 
Daha kendimi bile tanımamışken ‘Kim olmak istediğim’ ya da ‘Nasıl biriyle olmak istediğim’ sorularıyla boğuşmak zorunda kaldım. Bundan beş sene önce hayata bu kadar karmaşık bakmayan, ne olmak istediğini bilen, gelecek planları olan masum küçük bir kızdım. Çevredeki her şeyin farkına varmak,insanların gerçek yüzlerini fark edebilecek kadar büyümüş olmak iyi bir şey değilmiş.. O pespembe masum dünyada kalmayı çok isterdim. Dünyaya çocuk gözlerimle bakmaya devam etmeyi, hayat denen bu savaşa bilinçli olarak katılmayı hiç mi hiç istememiştim. Ama seçim şansım yoktu. Kimse bana ‘İster misin?’ diye sormadı. Galiba en acı yanı da bu. Çocukken o zaman ki sorunlarımı aşamayacağımı sanırdım. Bir dağ kadar yığınla sorunum var sanırdım. Çok gülünç aslında. Keşke biri bana çıkıp her yaşın kendine has problemlerinin olduğunu ve aslında bu problemlerin yaşımla beraber büyüyeceğini söyleseydi.


Şöyle dönüp bir geçmişe baktığımda ne çok şeyle savaştığımı düşünüyorum. Çocukluğumdan itibaren hatta herkesin yaptığı gibi hayata gözlerimi açtığım ilk andan itibaren hep bir savaş halindeydim. Hayatla, koşullarla, duygularla.. Ama galiba en büyük savaşımı da yalnızlıkla verdim. Böyle cümleler kurmaya başlayınca hep aklıma yüzyıl savaşları gelir. Ona benzetirim. Hani bitmek tükenmek bilmeyen o savaşlar ve sonucunda kendileri tükenen iki ülke. Benim yalnızlıkla olan savaşımda öyleydi aslında. Sadece kendimi tükettim. Eminim okuyucularım arasında yalnızlığı hala ‘aşksızlık’ olarak algılayanlarda vardır.  Ama benim sözünü ettiğim yalnızlık duyguları arasında sıkışıp kalmak anlamını taşıyan ve kurtulması zor olunan durum..
Ne zaman kapattım duygularımı etrafımdaki insanlara, ne zaman sustum, ne zaman duruldum, ne zaman kendi kabuğuma çekildim inanın bilmiyorum. Kendimi ifade etmeyi bıraktığım, insanlardan koptuğum o zamandan sonra bidaha hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Bu kasvetli yazıya aldırıpta sakın idealleri olmayan, asosyal bir kız sanmayın beni. Aslında tam tersi bunları dile getirecek en son insanmışım gibi bir hayat içerisindeyimdir. Benim sorunum, benim yalnızlığım kendimle. İçimde biriktirdiklerimin hep orada büyüyüp birikmesiyle.. Sessiz çığlıklarımın insanlara ulaşmadığını anladığım gün yazmaya başladım ben. Devrimler üzerine kompozisyon yazan kız olmayı bırakıp asıl edebiyatın engin denizine yelken açtım. Duygularımı döktüm cümlelere. Kimi zaman Nazım Hikmet Ran misali gerçekçiliğe koştum, kimi zaman Atilla İlhan gibi mavide boğuldum. Cemal Süreya’nın şiirlerine, Ayşe Kulin’in eserlerine akıttım içimdekileri.
Sonra Özdemir Asaf’ın Lavinia’sına hayranlık besledim uzunca bir süre. Varlığını bile yeni öğrendim bir aşka bağlandım tutkuyla. Dış dünyayla bütün bağlantımı kesip kendimi olmam gereken yerdeymişim gibi hissettiren, çoğu yaşama gözlerini yummuş, edebiyat aracılığıyla bağ kurduğum insanlarda buldum çözüm yolunu.
Şüphesiz ki yazının bu kısmında okumayı bırakan, edebiyatı ezberlenmesi gereken binlerce eser olarak gören birçok okurum var.
Ama öyle değil.
Resim ve müzik nasıl ki insanların kendilerini ifade etmeleri için bir araçsa edebiyatta benim sessiz çığlıklarımı yankıya dönüştüren bir sanat. Ben yazıyorum, binlerce insan okuyor. Onlar okudukça benim yalnızlığım paylaşılıyor.

Yazmaya başlamadan önce hayatımın gidişatıyla ilgili derin düşüncelere kapılmışken günlüğümün boş bir sayfasına ‘Bir çığlıktı yalnızlığım, hepiniz mi sağırdınız’ diye iki mısra karalamıştım. Bugün okuduğumda bir gülümseme oluşuyor yüzümde. Ben yalnızlığımla olan savaşımı yazarak kazandım diyebilmenin sevincini yaşıyorum. Ama hala bir yerlerde bu savaşı vermekte olan insanlar var. Umarım onlarda bir gün zafer çığlıklarını atmayı başarırlar..

AŞAMALI AYRLIK ACISI ATLATMA PROGRAMI

1-KABULLENME SÜRECİ

 En zor süreç bu olsa gerek. Sevsen de, sevmesen de, birlikteliğiniz uzun olsa da olmasa da herkes yaşadığı ayrılığın ardından bir boşluğa düşer. Çünkü aşk hayatlarımızı sadece duygusal doyuma ulaştırmaz. Hayatımıza birini aldığımızda ona göre, onun yaşam tarzına, bakış açısına göre şekillenmeye başlarız. Başkasının seçimlerine, başkasının olmazsa olmazlarına yer açarız küçücük dünyamızda. Ayrılığın ilk aşaması olan bu kabullenme süreci o insanın hayatımıza ne kattığını daha iyi anlamamız ve analiz etmemiz açısından bir fırsattır aslında. Bittiğini bilen ama kabullenemeyen çoğu çiftin takılıp kalığı bu süreç , o insanla birlikte hayatımıza giren alışkanlıklarımızla savaştığımız ve duygusal olarak çöküş yaşadığımız bir dönemdir. Uyanır uyanmaz telefonda bir mesaj görmezsin mesela, ya da bir yere çıkarken elin telefona gider haber verme ihtiyacı hissedersin. Sonra aslında o insanın artık olmadığı aklına gelir, hüzünlenirsin. Bu sürecin aşkın temeliyle bir alakası yoktur aslında. Bu sürecin sevmekle, duygusal bağla da bir alakası yoktur. Bu süreç tamamen alışkanlıklardan kurtulma sürecidir.

2-UNUTAMAM SÜRECİ

Bu süreç telefonun başında bir mesaj ya da arama bekleme, durmak dinlenmek bilmeden tweetleri okuma, instagramda kimler takip edilmiş kimler beğenilmiş hangi fotoğraflar atılmış onlara bakma, whatsappta en son ne zaman online olmuş düşüncesine kapılıp an be an takip etme sürecidir. Snapchat te neşeli snapler atılmış mı, swarm da yer bildirimi yapılmış mı, laf sokmalı durum paylaşılmış mı ya da sevilmeyen kaşarın teki planlarıyla ilgilenmeye başlamış mı düşünceleriyle hayatınız alt üst olur. Eski anılar, kurutulan çiçekler, yazılan küçük notlar her gün ortaya dökülür ve ağlama krizleri geçirilir. Eve kapanma, depresyon dönemi olarakta adlandırılabilir. En çok gözyaşı dökülen, kendinizi en yalnız hissettiğiniz dönemdir. Çalan her şarkı onu hatırlatır ve aklınıza gelen her anıda içiniz parçalanır. Ve muhtemelen bu süreçte duygusal boşluğunuzdan yararlanmaya çalışan akbabalar sarıcaktır etrafınızı. İhtiyacınız olan ilgiyi size veren, sanki size delicesine aşıkmış gibi rol yapan ama aslında tek amacı kırgınlığınızdan yararlanmak olan bu ikiyüzlü hödüklere inanmamakta sürecin en can alıcı noktalarından biridir.

 3-YALNIZLIĞA ALIŞMA SÜRECİ

Baktınız onun hayatında her şey normal, sizin yokluğunuz belli bile değil ‘Ne uğraşıcam bu gerizakalıyla yaa’ diyip onun hayatınıza girmesiyle nelerden vazgeçtiyseniz bi anda hepsini geri kazanıyosunuz. O unutulan arkadaşlarla, o unutulan cafelerde keyifli sohbetler, whatsapp gruplarında yapılan dedikodular ve dostlukla doldurulmaya çalışılan bir boşluk.. Bunları yaparken bi yandanda ‘Haha sen yoksun hayatımda ama bak nasıl mutluyum pislik herif’ imajı vermek için yapılan chatler ss alınıp twitterda paylaşılır, swarm check-in manyağı yapılır ve instagramda etiketleme rekoru kırılır. Yalnızken de eğlenilebileceği, ona ihtiyaç duyulmadığı kendine kanıtlanmak istenilir ve bu amaç uğruna hayat alt üst edilir. Ama bu süreçte yalnızlık öğrenilir. Dostlarla yapılan sohbetler unutturur çoğu şeyi. Onu hatırlamaya, özlemeye vaktin kalmazsa daha iyi hissedersin. Bedenini uykuya mahkum edip, onunla olan hatıralara sonuna kadar direnirsin.

4-OLMASANDA OLUR SÜRECİ

Bu süreç önemlidir çünkü ilişkimizi kestiğimiz beyefendiler genelde bu süreçte kendilerini hatırlatma çabasına girerler. Ya instagramda bir fotoğraf beğenirler ya ‘Bekarlık sultanlıktır’ temalı attığınız bir tweeti favlarlar ya da daha cesaretli davranıp ‘Özledim’ mesajı atarlar. O ilk başta ‘Sürünsün pislik’ diye hıçkıra hıçkıra sövdüğünüz herif karşınızda sizin için beklerken tuhaftır ki hiçbişey hissetmezsiniz. ‘Ha ha noldu özledin dimi köpek’ diye dalga geçmek, hatta ss alıp kızlara atmak bile gelmez içinizden. Bitmiştir çünkü. Onun varlığıyla kaybettiğiniz şeylerin farkına varmış ve aslında onun gözünüzde büyüttüğünüz kadar değerli olmadığını anlamışsınızdır.O yoktur artık bu kabullenilmiştir ve sorunda değildir. Omzunda ağladığınız, birlikte kahkahalar attığınız o insan bir yabancıdır ve sizde bunun bilincindesinizdir. Bu süreçte yapılabilecek en kötü hata o adama geri dönüp, eskisi gibi olabileceğinize inanmaktır. Çürük elma bir daha yenmez, bitmiş bir ilişkide küllerinden doğmaz felsefesine inanıp önüne bakmak gerekir. Çünkü hayat bunu gerektirir.  Dışarıda bir yerde seni bekleyen, onun asla olamayacağı kadar kusursuz bir insan var. Ve böyle bir hatayı asla kendine yapma.

Biten ilişkinin ardından yeni bir aşk arayışına girmek yapılacak en büyük hatalardan birisidir. Açıkçası akışına bırakmak gerekir çünkü aşk üstüne yorum yapılamayacak kadar dengesizdir. 
İlişkinizin ardından ağlayın, bu süreçlerin hepsini teker teker her ayrıntısına kadar yaşayın. Çünkü ayrılıklarda sevdaya dahildir ve acı çekmeniz sizin o ilişkide ne kadar dürüst olduğunuzun bir göstergesidir.

Unutmadan şu da bir dip not ;
Sağlam bir ilişkinin sırrı, içindeyken kendini kaybetmemekte yatıyor. Bu hayata yalnız geliyor ve yalnız da gidiyoruz. Tek gerçek devamlılık sensin..

John Green’in de dediği gibi;
Bu hayatta incinip incinemeyeceğimizi seçemeyiz. Ama bizi kimin inciticeğini seçebiliriz.

Seçimlerinizin daima yüzünüzü gülümsetmesi dileğiyle..

9 Nisan 2015 Perşembe

SEVEMİYORUM ARTIK

Çığlık çığlığa yazmalı mı ? Yoksa içime atıp susmalı mı ?
Hep sevilmemekten yakınan ben bu kez fazla sevilmenin verdiği yorgunlukla sarıldım kalemime.
Bir kadın için en güzel şey sevilmek, el üstünde tutulmaktır heralde. Güçlü, akıllı olduğumuzu bile bile korkak numarası yaparız. Sırf o güvenli kollarda sarıp sarmalanıp kendimiz değerli hissetmek için.
Ne saçma aslında. Ama maalesef o duygunun yeri başka hiçbirşeyle dolmuyor.
Yalnızlığımın başlarında sevilmeyi, ilgiyi özlüyorum sanmıştım. Yanılmışım.
Sevmeyi özlüyorum ben aslında. Güvenmeyi, fedakarlık yapmayı, kızdırıp, sinir edip sıkı sıkı sarılmayı.
Nasıl yandıysa canım, nasıl korktuysam kalbimi saklamışım ruhumun derinlerine.Ben bile ulaşamıyorum.
Sevmeye ihtiyacım var.
Yeniden güvenebilmeye, biri uğruna saatlerce gözyaşı dökebilmeye ihtiyacım var.
İsterse yansın canım, yansın. Ama birşeyler hissedebileyim yeter ki.
Hissizlik kötü, fazlasıyla yorucu.
İnsanlar 'seviyorum' dedikçe irkiliyorum. Biri ilgi göstermeye başlayınca savaşa hazırlıyorum kendimi.
Kendi kendime yetebilmeyi öğrendiğimi sanmıştım bunca zaman. Hiçbir erkeğe boyun eğmeyen başına buyruk kızın doğru olanı yaptığını sanmıştım.Meğer en büyük kötülüğü kendime yapmışım.
Sevemiyorum artık.
Elimi uzatıp bir adamın kirpiklerine dokunmak, gözyaşlarından öpmek çok uzak sanki. Yükünü hafifletmek, sımsıkı sarılıp 'Ben burdayım' diyebilmek..

Tanrım ben kendime ne yapmışım böyle ?
Ruhumu nelerden mahrum bırakmışım ?
Mantığıma bu kadar fazla mı sığınmışım sahi ?
'İncinmek istemiyorum' derken neleri kaybettiğimi görseymişim bari..

HIZLI VE ÖFKELİ TÜRKİYE VERSİON

Hızlı ve Öfkeli 7 filminin vizyona girmesiyle beraber çevremizde birkaç değişime şahit olmaya başladık. 
İlk altı filmde olduğu gibi yedinci filmde Türk toplumu üzerinde arabaları tanrıçalaştıran ve sürücüleri Toretto'laştıran bir etki yarattı.
Filmi izleyip arabaların cazibesine tutulan eşsiz insanımız sinema çıkışı şahinlerine atlayıp sokaklarda drift yapmaya çalıştılar.
Gözlemlerim sonucu filmin 18-25 yaş arasına 'Brian O'conner' , 25 ve üstü yaşlaraysa ,'Dominic Toretto' etkisi var. Brian O'conner etkisine yenik düşen Alilerimiz, Osmanlarımız bir Mia tavlayabilmek umuduyla DJ Army çalan arabalarıyla sokaklarda piyasa yapmaya başladılar.
Evli barklı amcalarımız ise o işler bizden geçti ama yollar hala bana hasta imajını verebilmek amacıyla Toretto akımının verdiği yetkiye dayanarak kırmızı ışıkta geçmek gibi -kendilerince- çok tehlikeli işlere kalkıştılar.
Yani Allah aşkına bir düşünün burası Türkiye.
Caddenin ortasında iki arabanın yarışması, bırakın yarışmayı aynı hizada yan yana yarışa başlaması bile imkansız. Caddelerde birinin diğerine artistlik yapması 'Aç lan şu camı, açsana lan!' ya da 'Çek lan kenarı!' cümleleriyle son bulur.
Yarış savaşları konusuna değinmiyorum bile.
Yahu bir kere bizde yarış için bir alanda toplanılmaz bile. Teyzenin biri hemen çok gürültü var diye şikayet eder. Hadi toplandık diyelim, araba markasını geçtim bizim insanımızın o coolluğu vermesi imkansız.
Paul Walker gülüşü yapan birini bulursak direk oyuncu yapıyoruz zaten.
Onuda geçtim.
Bir kızcağız çıkıp yarış başlatayım dese ertesi gün cafelerde kaşar diye adı çıkar.
Adamlar kalkmış üç bina arasında 'flappy bird' oynuyor biz hala piyasa yapma derdindeyiz.
Birde bütün bunları görmezden gelip, o toplumlara özenip eldeki imkanlarla kendi filmimizi çekmeye çalışıyoruz.
Ya zaten bizde benzin çok pahalı, yarışın ortasında yolda kalırız.
Bide her gün yarışan çocuklarla evlenilir mi ya ?
'Uff, çocuğumun rıskını arabalara yedirdin' ağlaması mı yapayım hayatımın geri kalanında ?
Banada yazık!

26 Mart 2015 Perşembe

Özgecan Aslan Ölümsüzdür!

Belki çok geç kalınmış bir yazı. Kelimelerle bütünleşemeyen,kendini belli edemeyen, acının altında sıkışıp kalmış düşüncelerin gecikmiş açıklaması.
Hiç tanımadığım bir kızın adıyla çınladı kulaklarım.Acısıyla ağırlaştı yüreğim, hikayesiyle düğümlendi dilim.Benden sadece iki yaş büyük olan belkide gece başımı yastığa koyduğumda aynı düşlere gülümsediğim birine adadım gözyaşlarımı.
Nasıl böyle olduk biz? Nasıl böyle bir ülke olduk?
Dinine bu denli bağlı, yüzyılların Türkiyesi manşetlerinde bu başlıklarla sarsılalı, aynı acıyla farklı konumlarda içimizi hüzün kaplayalı ne kadar oldu?
Adı Özgecan olmuş, hayalleri, umutları bir erkeğin adiliğinde boğulmuş ne farkeder?
Bugün binlerce tweet atılmış, Taksim siyahlı kadınlarla dolup taşmış, ölüm kadına bir adım daha yaklaşmış ne farkeder? Yarının Türkiyesi yine küçük gelinlerle, tecavüzlerle, kadına yönelik şiddetle anılmayacak mı ?
Erkek yine el üstünde tutulup, çocukluğundan itibaren cinsel kapasitesine yağdırılan övgülerle avunmayacak mı? Tarih tekerrür edip 16 yaşındaki kıza tecavüz eden adama 'kız kendi rızasıyla yapmıştır' açıklaması yapılmayacak mı ? Mahallenin başında kocasından dayak yiyen kadının dedikodusu altın gününde fısır fısır konuşulup olduğuyla kalmayacak mı ? Küçücük kızlar dedesi yaşındaki adamlarla evlendirilince Doğu'nun karmaşası Batı da izlenip, televizyon dizilerine konu olmayacak mı ?
Özgecan'ın beyaz gelinlik, kendine benzeyen bir çocuk, mutlu bir aile hayalleri zamanın akışıyla unutulup tarihin kara defteriyle rafa kalkmayacak mı?
Ateş düştüğü yeri yakar. Koskoca bir ülke, bir cinsiyet yanıp kül oluyor her geçen gün bu ateşe daha fazla odun atılıyor farkında değil misiniz ?
Ben cinsiyetimden, güzelliğimden utanmaktan bıktım bu ülkede.
Toplumun baskısı ve erkeklerin ayakları altında ezilen kadınları görmekten bıktım.
Sokakta başım önümde hızlı adımlarla yürümekten, hava kararınca günışığına çıkan korkularımdan bıktım.
Erkek yapar, kadın kendini korusun bakış açısının getirdiği sonuçları görmekten, kadına kalkan ellerden usandım.
Özgecanı anlayabildiğim için o kadar üzgünüm ki.
Yürürken babam yaşındaki adamların bana çevrilen bakışlarının sorumlusunun ben olmadığımı, asıl suçun onlarda olduğunu çığlık çığlığa bağırmak istiyorum.
Cebindeki biber gazıyla ve kıyafetine uygun ojeler sürdüğü tırnaklarıyla hayatı pahasına savaşan Özgecan'ı fotoğrafının altına yazılmış birkaç cümleyle anıp hayatıma devam etmek istemiyorum.
Bir kadın olarak toplum baskısından kurtulmak istiyorum!
Ben bir tane daha Özgecan kaybetmeden çözüm istiyorum.
Çocuklarınıza öğretin.
Cinselliğin 'ayıp' başlığı altında konuşulamaz bir şey olduğunu değil, aslında ne kadar insani ama belirli sınırları olduğunu öğretin.
Daha küçücük yaşta erkek çocuklarınıza cinsel organıyla övünmeyi değil, davranışlarıyla övgü haketmeyi öğretin.
Kızlarınıza yasakları değil haklarını öğretin.


Kadınlara çığlık çığlığa ve gururla haykırmayı öğretin. Şiddete 'dur!' diyebileceklerini, erkek egemenliğine yenik düşmemeleri gerektiğini anlatın.
Özgecan'ın ve diğer milyonlarca kadının simgelediği bu davanın, bir babanın ve bir annenin yüreğinde açtığı kapanmaz yaranın boşa olmadığını, asla susmayacağımızı anlatın.
Aksini düşünen ve bütün bunlara sessiz kalan onca insana rağmen gururla söylüyorum;

Ben kadınım!
Günümüz Türkiyesi'nde sokağa adım attığım andan itibaren her günüm yaşam savaşı vermekle geçiyor.
Hepsi erkek egemenliği altında ezilmeyen bir cinsiyet için!
Ekonomik özgürlüğü elinde, bilinçli güçlü kadınlar görebilmek için!
Ve en önemliside bir Özgecan daha kaybetmemek için

Hiç görmediğim o güzelliğini solduran ve hissettiğin son duygunun 'korku' olmasına sebep olan canilere rağmen, bize daha güçlü savaşmak için bir neden verdin.
Sıcacık gülümsemenin ülkenin her köşesinde ezilen kadınlara umut olması dileğiyle.

24 Mart 2015 Salı

BİR DEVİR BİTTİ

Başkasını eleştirmek, onun hakkında yorum yapmak kolaydır. Zor olan benliğine dönüp kendi ruhundaki eksiklikleri farketmek, onları dile getirebilmektir.
İşte ben bu yazımda zoru başarmayı amaçlıyorum ve sonunun nereye varacağını düşünmeden yazmaya başlıyorum.

En başından başlamam gerek sanırım. Hayattan ilk tekmeyi yediğim ve artık kendi başıma olduğumu anladığım zamandan..

BİR YANIM ÇOCUK HALA
Hayatımın  bu evresini sanırım anı defterimin arasında rafa kaldırmışım. Hatırlamak istemediğim zamanlar çünkü çok fazla olay atlattım. İlk kez sorunlarla kendim uğraşmam gerektiğini anladığım ve çuvalladığım dönem.. Önce ilk aşkım dediğim insanın kalbimi kırmasıyla boşluğa düştüm. O yaşarken bitmezmiş gibi gelen duygu yerini hafif bir sancıya, yorgunluğa, kırgınlığa bıraktı. Sonra hayatımın en büyük darbesini yedim, arkadaş kazığı. Yıllarca yanımda taşıdığım, arkadaşlığımız için ailemi bile karşıma aldığım insanın maskesinin ardını gördüm. Ucuzluğunu, yalanları, düştüğü çaresizliğe benide nasıl sürüklemek istediğini.. Arkadaşken farkına varıp gözardı ettiğim ne varsa bir tokat misali yüzüme çarptı ve kesin bi kararla çıkardım o insanı hayatımdan. Ama yorgundum, ne olursa olsun arkamda olucağını düşündüğüm insan, elini tuttuğum adam yoktu artık. Gerçekten yapayalnızdım. Bu dönemlerde öğrendiğim en güzel şeyse ailenin ne olursa olsun yanında kaldığıdır. Kimse yok diye ruhumu bunalttığım bu günlerde gözardı ettiğim aileme yeniden sarıldım. Önce onlara, sonra gerçek dostlara.
Yoluna koydum sanmıştım, onu tanıyana dek.

TOPARLANMIŞTIM SAHİ NEDEN PARÇALADIN?
Çok sevdim. İnanın çok sevdim. Uykusunda izleyecek, saatlerce kameradan konuşabilecek, elini tutup babamın karşısına çıkartabilecek kadar çok sevdim. Bir yılımı verdim, her köşesini anılarla süsledim hayatın. Sırf bir gün gitmek isterse, vazgeçerse baktığı her yerde ben olayım diye. Yaşayabileceğim en güzel aşkı yaşadım. Unutamam, kıyamam. Önümde diz çöküşünü, sarılıp ağlayarak dans edişimizi, denizde birbirimize su sıçratışımızı, elinde kırmızı bir gülle 14 Şubatta kapıma limuzin çekişini.. Ben daha ayrılırken oraya buraya fırlattığım, çöpe atıcam ver şunları salak dediğim eşyaları saklıyorum. Sevdiğimden değil, bidaha öyle sevemediğimden.Yıprattığım, göz göre göre terkettiğim ilişkimin acısını aylarca yüreğimde yaşattım. Sandım ki acıya tutunmazsam kaybederim onu, ne aptallık. Yaptığım en büyük hataysa ayrılığın üstünden geçen onca zamana rağmen, sarılıp anlaşıp ayrılışımıza rağmen yeniden görüşmek istemek oldu. Sarıldığımda huzur bulduğum insanın yabancılaşmasını izledim oturup. Konuşan o değildi sanki. 'Sana rağmen seni sevmeyi başardım ben' demişti. O zaman anladım. Aramızdaki uçurumu, kopukluğumuzu.. Ve atlatması en zor döneme adım attım. Yada iteklendim diyelim, ilk adımımda düştüm çünkü.

KİTAPLAR DOLUSU HÜZNÜM OLDU SAYENDE
Ağladım, vurdum, kırdım, yıktım. Önce umutlarımı sonra hayallerimi. Nefret ettim ondan, olabildiğine nefret ettim. Ne kadar sevmediğim huyu varsa onları hatırlattım hep kendime. Annemin kucağında hıçkırdım saatlerce, çikolatalardan kendime bir krallık kurdum. Tam beş kilo aldım. Yorganın altında kaldım saatlerce. Uykuya, birde Tanrı korusun kitaplarıma sığındım. Telefon elimde aramakla aramamak arasında savrulup durdum. Aramadım ama. O da aramadı. Önce kararttığım odamı aydınlattım, sonra da ruhumu. Dostlarım tuttu elimden. Ve yalnızlık korkum karanlığıma gömüldü. Bir an bile yalnız kalmadım çünkü. Alsancaktan, Kuşadasına her yer elimin altındaydı. İzmir benimdi, onun içinde olduğu bu şehir benimdi. Yeni insanlar tanıdım, bir anda en tepeye tırmandım. Bu kez sert düşeceğimi bilerek değil ama. Bu kez emin adımlarla. Ve gelin görün ki dünyanın en acımasız kızı oldum.

KRALİÇE BENİM, SEN KİM KÖPEKSİN
Elinizde telefon cafeden cafeye gezip tüm bakışları üzerinizde yoğunlaştırıyorsanız, hele ki kırgınlığınızı yeni atlatmışsanız korkun kendinizden. Erkekleri parmağının ucunda oynatan, geçmişte ne kadar canını yakan varsa hepsinden bir bir intikam alan egoist bir kıza dönüştüm. Herkese her an ezilmesi gereken bir böcek gibi yaklaştım. Önce arkadaşlarımı korkuttu bu halim, sonra ailemi. Canımı yakan herkesi diz çöktürdüm. Zaten yapabildiğim en iyi şeydir insanları yönetmek. Tek parmağımın ucundaydı dünya, öyle bir his ki bu anlatılmaz. Popülerlik diye yorumladığınız o şey değil bu. Arkadaş çevrene, erkek ırkına, yakınlarına uzağına hükmetme hırsı bu. Düşürdüğüm herkeste daha da güçlendiğimi hissetmiştim.Sonra acımasızlığıma sığınışımdan utandım. Sevdiğim insanlara verdiğim zarardan, kırıp döktüğüm umutlarından.. Asıl uyanışımsa sevgisi gözlerine perde indirmiş beni benden fazla seven bir adamın sarsmasıyla oldu. Umursamaz tavırlarımın karşısında daha fazla duramayıp içindeki bütün öfkeyi kustu. 'Bak' dedi. 'Şu haline bak. Güzel mi sence bu, bu kadar çevre bu kadar insan bu kadar umursamazlık güzel mi? Farkında mısın Ece yazmıyosun bile. Seni sevmek için direndikçe sen kalbinin önüne duvarlar çekiyosun. Ulaşamıyorum sana tamam kabul, ama bak şu haline sende ulaşamıyosun kendine. Geçmişte kalbin kırıldı diye yine aynısı olmak zorunda değil. Bak zaferlerine, ruhunun kanayan yaralarında saklı hepsi'
Hadi lan ordan diyenler vardır aranızda eminim. Ama aynen böyle söyledi.
Normalde olsa 'Sen kim köpeksin lan' diyip elime ne geçse fırlatırdım kafasına ama yapmadım, yapamadım. Haklıydı çünkü. Sustum sadece, ağlamadımda.
Ben seni sevmekten, seninle savaşmaktan, seni kazanmaya çalışmaktan yoruldum, dedi.
Ve yüzüne bile bakmadığım, aslına bakarsanız varlığından bile haberdar olmadığım bir insan sessizce girdiği hayatımdan depremle gitti.
Ben kaldım.
Enkazımın arasında, nasıl toparlayacağımı bilmeden, kendime bile itiraf edemediklerimin yüzüme çarpılmış olmasının verdiği şokla nefes almaya devam ettim.

Akıllandım mı peki ?
Hayır. Hala kraliçeyim.
Nasıl yaparım, nasıl yoluna koyarım  hiç bilmiyorum.
Ağlamıyorumda artık, yorgunum zira.
Bende böyle öğreniyorum, canım yana yana.
Sevmiyorum kimseyi, güvenmiyorumda.
Ama tam toparlandığım sırada yine parçalayışın hala aklımda, unutmuyorumda.
Yaşattığın acı elbet bir gün senide yakacak.
Ve benim hikayemin sonu elbet tamamlanacak.

18 Mart 2015 Çarşamba

İLK AŞKIM

Aslında nasıl yazacağım, kelimelere nasıl dökeceğim konusunda hiçbir fikrim yok. Yoğun istek üzerine yazıyorum bu yazıyı.
Olay ağırlıklı yazmam pek, doğrusunu söylemek gerekirse sevmemde. Düşünce yazılarıdır benim limanım ama bir blog yazarı olarak istisnalara her zaman açığım.
Gelelim konumuza, ilk aşkım..
Üzerimde beyaz tişört, altımda okul eteği. Saçlarım topuz. Okulun ilk günü. Olabildiğine gülümsemeye, arkadaş edinmeye odaklamışım kendimi.
Dudağımın o günkü ağrısını hala hatırlıyorum. Heyecan, endişe gibi duygularda dudağımı ısırma alışkanlığım var. O gün nasıl kemirdiysem kanamıştı garibim.
Sınıfa girdiğim an onu gördüm. Herkes gibi forma giymişti ama yok onda farklı duruyordu sanki. Boyu uzun. Hani sarılsam kalp atışlarını hissedicem öyle bir uzunlukta. Göz göze geldiğimiz ilk an dünya durdu sanki benim için.
O gün koymuştum kafaya 'Bu çocuk benim' demiştim. Sanmayın ki o zamanlar şimdiki gibi özgüveni fazla, erkek ırkına savaş açmış bir kızım. Uslu, günlüğüyle baş başa, utangaç bir Ece'den bahsediyorum.
Şuraya bir parantez açalım bu satırları yazarken gülümsüyorum. Ne kadar şanslıyım ki ilk aşkımı gülümseyerek anlatıyorum. Parantezi kapa.
İlerleyen günlerde kızlarla fısır fısır planlar yapmaya başladım ve ne yaptım ne ettim onun önündeki sıraya geçtim. Sinsi bakışlı şimdiki kraliçenin ilk planları başarılı olmuş, şimdi farkettim. Bu mantıklı her istediğini elde eden kızın karakterinin temelleri ilk o zaman atılmış sanırım.
Herneyse gülümsedim, konuştum derken bir ay geçti.
Her ders, her teneffüs dip dibeyiz. Derslerde buklelerimle oynamaya başladığı gün daha dün gibi aklımda. Öyle böyle derken zaman su gibi akıp geçti.
Ben bekliyorum çıkma teklifi edicek diye, ama yok. Kızlarla acil durum toplantıları, 'neyi bekliyo lan bu çocuk?!' tartışmaları..
İçim içimi kemiriyor, umutlarım bir bir kırılıyor..
Sonra o hafta beden dersinde yanıma geldi. 'Ece biraz konuşabilir miyiz?' dedi. Allahım dünyanın en güzel cümlesi buydu sanki. Tabı canım, bencede konuşmalıyız. Sen sor ben cevaplayayım şu teknik bölümü kapatalım artık diyicem ama yok. Kafa salladım sadece.
Beraber yürümeye başladık. Kalbimin kulağımda attığını hissetmiştim.Durduk, gözlerimin içine bakıp o haftalarca beklediğim soruyu sordu.
Tanrım, aynanın karşısında defalarca vereceğim cevabın provasını yapmıştım. Ama yok olmuyo, utancımdan ölücem sanki. Tek hatırladığım ağzımdan çıkan boğuk bir 'evet'.
İçimdeki mutluluğu hiçbir kelimeyle tarif edemezdim.
Sonrası malum. O Gaziemir'de ben burda. Facebooktan yazışmalar, okul dışında görüşememeler.
Ama her şeye rağmen bulutların üzerindeydim.
Zamanla kıskançlıklar, yanlış anlamalar girdi araya. Koptuk birbirimizden, ayrıldık.
Aradan uzunca bir süre geçti. Ben özledim, çok özledim hemde.
Gözümün önünde konuşamıyorum, sarılamıyorum. En son dayanamayıp ağzını arasın diye en yakın arkadaşımı gönderdim. Vee tahmin edin noldu. O da özlemiş heyoo! Barıştık.
Hayatım boyunca hep bitmiş bir ilişkinin yeniden ayağa kalkamayacağını, asla aynı tadı veremeyeceğini savundum.
Ama iyi ki diyorum. İyi ki yeniden denemişim. Asla pişman değilim.
Zamanla olgunluğun verdiği o kibarlıkla mı desem herneyse bizim harika bir ilişkimiz oldu.
Saygılı, anlayışlı, bol bol aşklı. O kadar masum, o kadar mesafeli. Ama çok güzel, hatırlamaya değer.
Sıkı sıkı sarılıyodum o zaman, özlerken ölücem sanıyodum. O hafta sonları bitmek bilmiyodu.
Bütün aile adıyla çınlıyodu. Babannemin 'Kız sen fena aşık olmuşsun' sözleri hala gülümsetir.
Sonra karşılıklı ilk gözyaşlarımız var.
Yanıma ilk koşuşu var.

Önce olmaz diyip sonra geri dönüp sımsıkı sarılışım var.
Her şey gibi o da bitti ama. Neden bitti, ne oldu hiç hatırlamıyorum.
Hatırlamakta istemiyorum.
Utanmadan, sıkılmadan en masum ilk aşkımı anlatabilirim insanlara.
Asla pişman değilim, yine olsa yine onu severdim. Aynı şeyleri yaşardım yine.
Ve inan sana hiç kızgın değilim.
Kırgında değilim.
İyi ki dokunmuşşun hayatıma.
İlkler unutulmazmış.
Kalbimin kapılarını ardına kadar ilk kez açan kocaman yürekli adam,
UNUTURSAM KAHROLAYIM
Seni sevdiğim 315 günün anısına..