6 Nisan 2016 Çarşamba

Ne zaman bir sohbette İtalya adı geçse..

Hayatımın en güzel anısını anlatıcam bugün size. Küçücük bir kızken minicik ellerimle kazandığım en büyük başarımı haykırıcam.
Beşinci sınıfın ilk dönemi. Folklör grubumuza bomba gibi bir haber düştü. İtalya'daki çocuk festivalinde ülkemizi biz temsil edicekmişiz. Düşünebiliyor musunuz? Küçücük bir kızın bedeninde bu haberin ne kadar büyük bir mutluluğa sebep olabileceğini?
Aylarca uğraştık, geç saatlere kadar çalıştık. Ve yaklaşık 25 günlük uzun bir yolculuğa çıktık. Grubun en küçük üyesiyim o zamanlar, benim yaşımda bir kaç kişi daha var ama boyu en kısa olan kişi olarak sanki hepsinden daha küçükmüşüm gibi bir izlenim yaratıyorum. Öyle ufağım ki düşünün kostümümün cepkenine kadar farklı diğer üyelerden. O yaş aralığının kostümlerinin içinde kayboluyorum çünkü giyince. Sanırsınız bir kostüm kendi kendine dans ediyor, o kadar görünmüyorum.
İtalya'ya vardığımız günden itibaren avuçlarımızda nazar boncuklarıyla orada bulunan tüm insanlara Türkiye'nin sıcaklığını hissettirmeye çalıştık. Sokaklarda Atabarını bağırdık, gördüğümüz herkese gülücükler saçtık. Hiç bilmediğimiz, dilini anlamadığımız başka çocuklarla oyunlar oynadık. 
Festivalin ilk gösterisine çıkmadan bir gün önce, Sicilya Adasında kısa bir gezintiye çıkıcaktık rehberlerimizle. Tüm yolculuk boyunca oturduğum koltukta dışarıyı seyrederken halk dansları eğitmenimiz otobüsün mikrafonundan bir duyuru yaptı. 'Festival çerçevesinde düzenlenicek olan ülkeler arası resim yarışmasında Türkiye'yi temsil etmek üzere bir gönüllü istiyorum' dedi.
Otobüste tık yok. Kimse konuşmuyor, herkes bir el bekliyor havada 'ben' diyebilecek. Yemin ederim hayatım boyunca cin ali bile çizemem. O kadar yeteneksizim ki resim konusunda, yazma yeteneğimin dörtte biri falan bile yok yani. Bir an, öyle bir duygu ve mantığımın devre dışı kaldığı sadece bir kısacık an elimi havada buldum. Şimdi sorsanız neden kaldırdın diye açıklayamam. Bir boşluk anı ki, mantığım devreye girdiğinde minicik elim havadaydı. Hoca dahil, otobüsteki herkesin şaşkın bakışlarını hatırlıyorum. 'Kim? Sen mi?' bakışlarını üzerimde hissettim. Doğruydu çünkü hadi olmaz ama kompozisyon falan olsa tamam diyicem yetenekli olduğum bir konu. Ama ben ve resim iki farklı dünyayız. Buluşabileceğimiz tek alan satırlar.
'Tamam' dedi hocamız sessizliği bozup. 'Cesaretin için tebrik ediyorum, aferin'
Otobüs hareket etti karış karış her yer gezildi. Dönüş yolculuğuna kadar 'Ben naptım rezil olucam' diye düşünmekten alamadım kendimi.
Otele döndük, elime kocaman bir kağıt ve boya kalemleri verip oturttular masaya. Odanın kapısını kapattılar ve çıktılar. Kaç saat o boş kağıda baktım bilmiyorum. Dua ettim içimden 'Allahım' dedim. 'Lütfen rezil olmayayım.'
Başladım boyamaya. Ne kadar kaldım acaba o odada? Rehberimizle birlikte resmin altındaki açıklama bölümüne kendi duygularımı yazdım ve masada öylece bıraktım. Teslim edilmiş o akşam jüriye, haber verdiler.
Ertesi gün kocaman bir sahnede ilk gösterimize hazırlandık. Sahne arkasında 'Türkiye' anonsunun yapılması için geri saydık.
Bir an, ortalık karıştı. Herkes nasıl koşturuyor ama etrafımızda koca koca insanlar. 
Bir el tuttu kolumdan, gel dedi. Yarışma öncelikte. 
Tüm katılanlar sahneye çıkacak. Kimsenin bir şey söylemesine fırsat kalmadan sahnede buldum kendimi. 
Yalnız başıma. Karşımda o zamana kadar görüp görebileceğim en büyük seyirci kitlesi. Ön taraf protokol. 
O kocaman sahnede o küçücük bedenime rağmen saklanmak istedim. Yanımda kendi ülkelerini temsilen yarışmaya katılmış çocuklar var. Hepsi benden uzun, belli ki hepsi benden büyük. O sabah hatırlıyorum bir söylenti duymuştum. Bulgaristan'dan katılan kızın yaptığı resim herkesin dilindeymiş. Tam yanı başımda duran kız yani.
Programın sunuculuğunu yapanlar kendi dillerinde uzunca konuştular. Ben tek kelime anlamadım. Başladılar sonra bir isim söylediler, alkışlar arasında bir çocuk ödülünü almaya gitti. Flaşlar patladı kameralara poz verdi. Bir başka isim söylediler, sonra bir tane da.. Birinci söylendi, ikinci söylendi, üçüncü, dördüncü.. Sen naptın Ece dedim kendi kendime. Ne orda kalmak istedim ne de sahne arkasına dönüp alaycı bakışlar görmek istedim.
Bir tek o Bulgar kızıyla ben kaldım geriye. Son duam sonuncu olmamaktı.. 'Lütfen Allahım nolur' diyorum ama ağladım ağlıycam. O bir dakika ölüm oldu bana.
'Türkiye' duydum sadece o uzun konuşmanın arasında. Bütün salon yıkıldı. Seyircilerin yarısı ayağa kalktı. Sunucu beni aldığı sahnenin önüne kadar ulaştırdı. Mikrafonu bana uzattı. Etrafıma baktım, bizim gruptan birini görmek adına. Seyircilere baktım, gülümseyen yüzlerine. Ece dedim sadece. 'My name is' bile çıkmadı ağzımdan. 
Lacivert bir plaket uzattılar bana, alkışlar arasında. Sonra sahnenin arkasına.
Hocanın elini gördüm o kalabalıkta tuttu çekti beni. 'Birinci oldun!' dedi.
Bütün grubun tezahuratları alkışları arasında sımsıkı kocaman sarıldı bana.
Plaketimi bir köşeye bıraktım ve kendimi grupla birlikte Türkiyenin figürlerini tanıtmak üzere sahneye attım.
Ne zaman duyan olsa bu hikayeyi sorduğu ilk soru 'Ne çizdin?' oldu.
Bir ağaç çizdi o küçük kız. Dallarına farklı ırklardan çocuklar yaptı. Ellerine bayraklar astı. O bayrakların içinede gülen yüzler bıraktı.
Resmin altındaki açıklamayaysa şunu yazdırdı.
'Hepimiz aynı dünyaya aidiz. Ülkelerimiz, renklerimiz başka olsa da gülen bir yüzde buluşacak kadar kardeşiz'
O plaket bugün İstanbuldaki evimin baş köşesinde.
Ne zaman bir sohbette İtalya adı geçse, 11 yaşındaki o Ece aynı sevinçle gülümsüyor içimde.

5 Nisan 2016 Salı

KENDİ AYAKLARI ÜSTÜNDE

Küçükken henüz ergenlik döneminin başlarında, hani Alacakaranlık, Açlık Oyunları gibi dünyayı sarsan seri akımlarından önce bize sımsıcak gelen, kendimizden bir şeyler bulduğumuz bir kitap serisi vardı her kızın kitaplığında bulunan. İpek Ongun'dan 'Bir Genç Kızın Gizli Defteri'
Yaşadıklarımızın, yaşayacaklarımızın hikayesiydi belkide.Öyle ustalıkla kurgulanmış bir seri ki kitaplar hayatımızın doğru dönemlerinde okunduğunda bizi anlayan, hatta bu yolculukta rehber olan bir kılavuz durumunda.'Kimse beni anlamıyor' dediğimiz o dönemlerde Serranın yazdığı günlüklerde anlaşıldığımızı hissettik, yalnız olduğumuz fikrinden vazgeçtik.
Hala ne zaman yolum kitapçıya düşse İpek Ongun'un yolumu aydınlatan kitabını ne zaman o raflarda görsem gülümserim. Bazen elime alıp bir kaç sayfa okuyorum ayaküstü, hikayeyi biliyorum, sonunu biliyorum ama bugün bile okumaktan zevk alıyorum.
İşte çoğu genç kızın hayatında yeni bir sayfa açan o kitap serisinin üçüncü kitabının adıydı 'Kendi Ayakları Üstünde' 
Lise yıllarının sonuna gelmiş karakterimiz 'hangi meslek?' 'hangi üniversite?' sorularıyla boğuşuyordu kitapta. Sonra dördüncü kitaba geliyordu sıra,  'Adım Adım Hayata' 
Benim bu yazımda bu hikayeye oranla, kendi sorularımın cevaplarını verdiğim şu sıra kendi ayaklarımın üzerinde durduğum zamana dair bir kaç satır.
İstanbul'a geldiğimden beri bir çok şey değişti hayatımda. Sil baştan yeni bir sayfa açtım. Üniversite hayatına adım attım, kendi evimde kendi adıma gelen faturaları ödemek için ilk kez -kendim için- para kazanmak zorunda kaldım.
Büyük şehir İstanbul, yaşamak zor.
Kalabalık, yorucu, herkes kendi davasında. İzmirdeki samimilik yok burda, yaşamanın keyfine varmaktan uzak insanlar. Bizim için Kordon keyiften, güneşten ibaretken burdaki insanlar için trafikten, vapur seferlerinin seyrekliğinden ibaret.
Çok güzel şehir, her köşesi ayrı cennet. Ama yaşayanlar, burda olanlar farketmiyor bile sahip oldukları güzelliklerin. Kör olmuşlar, ayak bastıkları toprağın bereketini anlamaktan çokça uzaklar. 
Geldiğinden beri neyi seviyorsun diye sorarsanız.
Kız Kulesi'ni çok seviyorum mesela. Akşam, şehrin kargaşası hanelerin ardına saklanınca o tarihi güzelliği oturup izlemek çok keyif veriyor bana. Gökdelenin son katından bu kocaman şehire bakmayı da çok seviyorum. Kendini evrenin en değerli varlığı olarak gören o insanların küçücük, karınca kadar kalması gülümsetiyor beni. Galata Kulesinden İstiklal Caddesinin karmaşasına bakmak, İstanbul'un gençliği gibi oralar. Kıpır kıpır, doyasıya eğlenmelik. Kadıköy Kıbrıs Şehitleri Caddesini anımsatıyor bana. Biraz olsun benim ait olduğum şehir gibi. Barlar sokağı bir Gazi Kadınlar değil ama yinede Alsancak'taymış gibi hissettiriyor. 
Her köşesi ayrı bir hayatta kalma mücadelesi, bu şehrin.
Parayı yetiştirmek zor, gurbette bir öğrenci olmak zor. Sokakların karanlık tarafları tehlikeli, kurnaz olmayana sokaklar kötülüğün şeytani bahanesi.
Ama her şeye rağmen görmeyi bilene huzur İstanbul. 
Kıpır kıpır, doyasıya yaşamalık.
Üsküdardan karşıya bakıp o tarihi camilerin arasından ezanı duymalık.
Hem İslamı hemde modern yaşamı aynı anda tatmalık.
İstanbul'a ait olmak zor. 
Kime sorsan söyler, bu şehir yutar adamı.
İstanbul'a sahip olmak asıl güzel olan.
Her köşesini görebilmek, tarihi her adımda hissedip hem yorulup aynı anda hem dinlenebilmek.
Sekiz ayın sonunda, bu şehrin bana öğrettiği bir şey varsa o da kendi ayaklarımın üstünde adım attığım bu hayatta, bunca güzelliğin ortasında ; Üsküdar'ın kalbinde kazandığım bu üniversitede, istediğim bölümde, savaştığım her köşede 19 yaşımın bütün güzelliklerini , zamanın değerini bilmem gerektiği.
Büyüdüğüm o kitap serisinde,ilk dört kitabın rehberliği buraya kadardı hayatımda. 
Büyüleyici bir kurguyla, her kızın hayatından bir parça taşıyan o kitapları biz okuyucularına armağan eden İpek Ongun'a saygıyla..